Bu yazı üç bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölüm, şimdiye kadar ki yapılan tanımlardan farklı olarak ulus tanımı yeniden yapmayı ele almaktadır..İkinci bölüm ise Marksistlerin ulusal sorunu ele alış biçimleri ve bir konjonktür de (ekim devrimi sonrasında emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savalarının sosyalist anavatanın desteğiyle ve emperyalist-kapitalist sisteme karşı) ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde ulusal kurtuluş savaşlarına verilen desteğin nedenleri açıklanıyor. Üçüncü ve son bölüm ise sosyalistlerin Kürt sorununa bakışını ele alınmaktadır. Derginin şimdilik bu sayısında ilk iki bölümü yayınlanmaktadır. Üçüncü bölüm ise bir sonraki sayıda yayınlanacaktır.
Birinci bölüm
Ulus nedir? Uluslaşma süreci insanlığın hangi toplumsal siyasal gelişmesine tekabül etmektedir. Modern ulus devletlerin ortaya çıkışları ve bunun yaratmış olduğu sorunlar nelerdir.
Kavramsal bir çerçeve:
Ulus, insanlık tarihindeki gelişmenin kapitalist evresinde ortaya çıkmış bir toplumsal-tarihsel siyasal örgütlenmedir. Gerek Marksistler gerekse herhangi bir burjuva ideologu Ulusu tanımlarken , “tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliği” olarak tanımladılar. Bu tanım bir çok ulus örneğiyle çelişen özellikler de barındırır Amerika birleşik Devletleri dünyanın ilk ulus devlet olmasına rağmen tarihsiz bir ulustur.Bu tanıma uymaz. Bunun içindir ki kimi ulusu dil, toprak, tarih ve ortak yaşantı ve kader birliğiyle tanımlamaya çalıştı. Yöntem olarak ulusların hangi kriterlere göre oluştuğuna bakılıyor ve bunlardan ortak bir kriter çıkarılmaya çalışılıyordu. İlginçtir bütün uluslar için geçerli bir kriter çıkarılmaya çalışılıyor ancak bütününü açıklayan ortak bir tanımda bileşilemiyordu. Dil kriterinden gidildiğinde İsviçre gibi bir çok dilin konuşulduğu bir örneğe uymuyor veya aynı dili konuşan bir çok ayrı ulusla karşılaşılıyordu. Hemen hemen her ülkenin kendine özgü bir ulus biçimi vardı ve bunların hepsini kapsayacak ortak bir tanım bulunmamaktaydı. Bütün bunların dışında en ilginci bütün dünyaya dağılmış olan Yahudiler bir biçimde bir araya getiriliyor ve bir ulus devlet inşa ediliyordu.
Peki ulus neydi? Sınıfsal kategoriden farkı neydi? Örneğin; emeğinden başka satacak bir şeyi yoksa ve onu satarak yaşıyorsa işçi; veya, işçi çalıştırıyor ve onun emeğinden artı-değer elde ediyorsa kapitalist olarak tanımlanır. Yani bir işçinin veya bir kapitalistin kendi düşüncesinden bağımsız kategoridir bunlar. Uluslar ise, insanların kendilerini bir ulustan kabul etmeleriyle oluşur. Tıpkı din gibi. Nasıl ki bir dine sahip biri o dini değiştirdiğini söylediği zaman o dine ait değilse bir ulusa ait olmadığını söyleyen ve bunu kabul etmeyen de o ulustan sayılamıyordu. Yani bir sınıfsal kategoride olduğu gibi bilinçten bağımsız nesnel bir olgu değil, doğrudan bilinçle ortaya çıkan bir olgudur ulus. Bu biçimde ele alırsak Ulusal sorun tartışmalarına oldukça yeni bir boyut getirdiği bir gerçektir. Ve belki de yüz yılardır Marksistlerin en zayıf karnı olan ve 70 yıllık sosyalizm deneyimlerinde bile aşılamamış, adeta ulusçuluğu yeniden üretmiş pratiklerini de yeni bir gözle eleştirme olanağı sunacağı kanısındayım.
Ulus Nedir?
Benedik Andersen “Hayali Cemaatler” olarak tanımlar ulusu.1 “O halde antropolojik bir ruhla ulus hakkında şu tanımı öneriyorum: Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur-kendisine aynı zamanda egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir.” Yine Gellner,2 “milliyetçilik ulusların kendi öz bilinçlerine uyanma süreci değildir, ulusların var olmadığı yerde onları icat eder.” Kuşkusuz bu “ulus” olarak hayal edilme süreci belirli bir temele dayanır. Belirli kan bağları, akrabalık ve korunma edimleri böylesi bir hayalin yaratılmasının temel olgularıdır.
Ulus , “hayali” olarak bir sınırlılığa dayanır. “Ulus sınırlı olarak hayal edilir, çünkü bir milyar insanı bile kapsayan en büyüğünün bile, ötesinde başka uluslara mensup insanların yaşadığı, esnek de olsa sonlu sınırları vardır. Hiçbir ulus kendisini, insanlığın tümü ile örtüşüyor olarak hayal etmez ve edemez…..Ulus, egemen olarak hayal edilir. Çünkü bu kavram , Aydınlanma ve Devrim’in , ilahi olarak buyrulmuş, hiyerarşik hanedanlık mülklerinin meşruiyetini aşındırmakta olduğu bir çağda doğmuştur.”
Bütün dinlerde bir “hayale” dayanır ve kendi hayalini bütün insanlığı kapsayacak şekilde ele alır. Uluslar ise kendini sınırlar ve bu sınırlar içerisinde bir egemenlik halesi yaratmayı hedefler. Ulus var edilen bir kavramdır, tıpkı din gibi. Nasıl ki dinler (özellikle tek tanrılı dinler) belirli peygamberler tarafından “hayal” edilerek kurulmuşsa, uluslarda ulusçular tarafından “hayal” edilerek kurulmuşlardır. Ulusçuluk, kuşkusuz bir siyasal örgütlenmedir. Sınırlanmış bir toprak parçasıyla, dille, etnisite bazen de bir tarihe dayandırılarak siyasal bir yapı kazandırılmasıdır. Yine E.Gellner’in dediği gibi, “ulusçuluk temelde siyasal birim ile ulusal birimin çakışmasını öngören temel ilkedir.” Kapitalizm öncesi toplumlarda, örneğin Osmanlı imparatorluğunda Türklük, ne anlam ifade ederdi. Etnik kimlikler üzerine inşa edilmiş bir devlet örgütlenmesine nerede rastlanırdı. Köleci ve Feodal toplumların siyasalı din temeline dayanırdı. Devletin varoluşunu, bir imparatoru, bir hanedanı var eden de dinsel misyonuydu.
Gellner’deki “siyasal birim” ile “ulusal birim” tanımı, Politik birim devlete ait olan yani devletin neyle tanımlandığını ifade ediyor. Ulusal olan ise, insan doğasına ait, olan diline, toprağına vb kültürel varoluşunu ifade ediyor. Baskı aracını yani devleti ulus esasına göre tanımlamak ulusçuluk oluyor. Ulusçuluk-milliyetçilik her ulusun bir devlet kurma hakkını da teslim etmiş oluyor.
Kapitalizm öncesi devletleri (köleci ve feodal) şekillendiren dindi. Bu din (Hıristiyan, Müslüman, Budist) üst yapıya ait ne varsa hepsini içeriyordu. Örneğin çok daha komplike bir din olan Müslümanlık hem hukuk, hem bir ideoloji hem de bütün yaşamı düzenleyen kuralları içeriyordu. Devlet dinin ta kendisiydi. Aynı durum Hıristiyanlık içinde geçerlidir. Ancak, gelişen dünya pazarı bütün bu sınırlamaları aşan bütün insanlığı bir değerler bütünü altına toplayan bir düşüncel-fikri zemini de yaratmaktaydı. Özellikle Avrupa’da yaşanan ortaçağ karanlığı yani Din, ticaretin, dolayısıyla pazarların çoğalmasının önünde ki en büyük engel konumundaydı. Aydınlanma düşüncesi bu nesnel koşullarda ortaya çıkıyordu. Aydınlanma döneminin filozoflarından olan Descartes, dinin politik alandan uzaklaştırılması yani özel alana, politik alanın ise insan ve insanlıkla tanımlanmasını öngören kozmopolit hümanizmi savunuyordu. Yani politik olan ne ulusla ne de dinle tanımlanıyordu, politik olan “insanlıktı” yani hümanizmdi. Hümanizm, bütün dinleri özel inanç olarak tarif edip politik alandan uzaklaştırmış, bütün insanlığı birleştirecek yeni ve devrimci bir politik alan tarif ediyordu. İnsan hakları bildirisi bu politik olanı tanımlıyordu. “Vatanım yer yüzü milletim insanlık” formülü bu devrimci dönemin ifadesiydi.
Uluslar Çağı
Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, kapitalist gelişmenin erken oluşuna (İngiltere, Hollanda, Fransa) ya da gecikmişliğine (Almanya) bağlı olarak, burjuva ulusal demokratik dönüşümlerin hızı, kapsamı ve biçimi önemli farklılıklar içerdi. Fakat ulusçuluk, burjuvazinin kendi pazarı üzerinde egemenliğini ve siyasal birliğini kurma mücadelesinde biçimlenen burjuva ideolojisi olarak tarih sahnesinde yerini almaktaydı.
Fransız devrimiyle iktidara gelen hümanizm, başlangıçta vatanım yer yüzü milletim insanlık ve“insan” “insan hakları” şiarıyla anılırken hızla gericileşerek insanlık Fransız ulusuyla özdeşleşti. Politik olan ulusla, Fransız ulusuyla tanımlanan biçime dönüştü. Önce Termidor, sonra Napolyon’un imparatorluğu ile bu süreç doruğa ulaşırken, Napolyon’un Avrupa’yı işgaliyle Hümanizm düşüncesi de yok olup gitti. Kapitalizm, türdeş insan topluluklarını, özellikle aynı dili kullanan insan topluluklarını bir araya getirerek kendine özgü bir iç pazar oluşturmuş ve bu sürece paralel bir siyasal yönetim aygıtıyla “ulus-devlet” sürecini başlatmıştı. Bu devlet aygıtı, ulusal-devlet olarak, örgütlenmek ve kapitalistin iç pazarını güvenceye alacağı bir biçime sahip olmak zorundaydı.
Burada sorulması gereken en temel sorulardan birisi; aydınlanma düşüncesi imparatorlukların din temelinde parçaladıkları dünya pazarına karşı “vatanım yeryüzü milletim insanlık” şiarıyla tek bir dünya sistemi öngörürlerken, neden bu itki temelinde gerçekleşen Fransız Devrimi, kendini bir toprak parçasıyla sınırlayarak “ulus” biçimli devlet oluşumuna yöneldi.? Bu oldukça temel bir sorudur.
Sermayenin önünde hiçbir sınır olmadan serbestçe dolaşabileceği bir olanak varken neden kendisine sırırlar oluşturmak ihtiyacı hissetti? Bu sorunun üç temel nedeni vardır.
1 Kapitalizm insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini varsaydı ama daha fazla kar için sömürgeler oluşturmadan geri durmadı, kapitalist-öncesi ilişkilere savaş açtı ama bir çok yerde onlarla işbirliği yapmadan imtina etmedi. Aydınlanmanın özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideali ile burjuvazi, Feodalizme karşı bütün ezilenleri kendi safında birleştirdi ama bir adım sonrasında da dünyanın bütün ezilenlerini de karşısında birleşeceğini düşündü. Ulus, böl ve yönet yönteminin biricik aracı durumuna dönüştü.
2 Bütün bunların yanında sanayi devrimi de ulusçuluğu besleyen en önemli etkenlerden biridir. Sana üretimi çok geniş bir pazarı gerektirir. Bu üretimi yapacak, fabrikalarda çalışacak işçilerin standart bir eğitim ve bunu gerçekleştirecek dil gerektirir.Modern sanayiinin iş gücü eğitimi, standart belirli bir dile dayanan ulus ile tanımlanması eğilimini ortaya çıkardı.
3 Kapitalizm feodalizme karşı girişmiş olduğu savaşta onun bir çok gerici ve ilkel yanlarıyla eklemlendi. Sonuç ta bir dünya sistemi olma yolunda ilerleyen sermaye yine bu sistemi hiçbir sınıra gerek duymadan geliştirmek yerinde kendine sınırlar inşa etmek tercihine yöneldi. Bunu yaparken de insanın özeline dair bütün doğal edimlerini (toprak, dil, etnisite, kan vb. ) politik iktidarının aracına dönüştürdü. Ulus-devletleri inşa etti, belirli sınırlar oluşturdu ve buna “milli pazarlar” adını verdi. Bunu korumak her yurttaşın en temel görevi olarak ilan etti.
İnsanlık ideali üzerinde şekillenme “eğilimi” içinde olan kapitalizmin “ulus-devlet” örgütlenmesi ile nasıl gerici bir hal aldığını kısaca özetledikten sonra bu gerici biçimin içinde de farklı biçimler barındırmaktadır. Ulusu sadede bir toprak parçasıyla tanımlayan (örneğin Amerika Birleşik Devletleri), görece ilerici biçimdir. Ulusu dil, din, ırk, tarih vb. ile tanımlayanlar (Alman, Türkiye vb.) en gerici biçimlerdir.
İkinci Bölüm
MARKSİZM ve ULUS
Marks Ulusu aydınlanmanın kavramlarıyla ele aldı. Fransız Devrimi ve onun yarattığı “toprağa bağlı demokratik cumhuriyet,” insanlığın yerine ulusu, yani politik olanı ulusla tanımlayarak fiilen bir ulus devlet yaratmıştı. Aydınlanma düşüncesinde “vatanım yer yüzü milletim insanlık” şiarı, yani bir dünya cumhuriyeti ideali, Demokratik cumhuriyette örgütlenmiş bir ulus ile yer değiştiriyordu. Kapitalist önceci devletlerin üst yapısı olan Din özele itilmiş, bir inanç olarak tarif edilmiş, bir başka özel olan dil, toprak, etnisite politik olmuştu. Bu gün bile tartışmasını sürdürdüğümüz laik anlayışı, uhrevi düşünceye karşı akli düşüncenin egemenliği denilen bir tarihsel durum ortaya çıkmıştı. Fransız devrimi Sonuçta feodal sisteme karşı bir devrimdi. Ve toprağa dayalı bir ulus yarattı. Tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi. Bu iki örnek belirli bir toprak parçasında yaşayan “komünlerin” birliği üzerine şekillenmişti ve bunun için Demokratik bir Cumhuriyet tanımını hak ediyorlardı. Ancak dile etnisite ye, kana göre tanımlanmış uluslara göre, görece ileri bir özelliği vardı.
Mark- Engels, “Ulusu”, bir veri olarak kabul ediyor, hatta demokratik cumhuriyetler fikrini Burjuva Demokratik Devrim bağlamı içinde ele alıyor destekliyorlardı. Amerikan iç savaşında ulusun ırka göre şekillenmesini isteyen Güneye karşı, toprağa göre birleşik devletler yaratılması düşüncesindeki Kuzeyi desteklemişti. 19.Yüzyıl gericiliğin kalesi olarak kabul edilen Prusya ve Çarlık Rusya’sına karşı Polonya’yı, İngiliz sömürgeciliğine karşı da İrlanda’yı desteklemişti. Marx ve Engels, henüz burjuva demokratik mücadelelerin yaşanmakta olduğu bir tarih kesitinde, burjuvazinin feodal gericiliğe karşı taşıdığı ilerici yön ile, proletaryaya karşı taşıdığı gerici yön arasındaki çelişkiyi ortaya koyuyorlar ve bu koşullarda, proleter mücadelenin karakterini belirlemek açısından ortaya koydukları “sürekli devrim” anlayışı, bir tarihsel perspektifin ifadesi olarak anlamını buluyordu.
Ancak manifestoda da söylendiği gibi “proletaryanın vatanı yoktur” diyerek de ulusları aşan bir perspektife işaret ediyordu. Enternasyonal düşüncesi de ayrı ayrı ulusların işçilerinin birliği olarak ele alınan bir düşünceydi. Ancak ne gariptir ki 2.enternasyonal birinci dünya savaşı arifesinde, ulusçuluğun kurbanı olmaktan kurtulamamıştı.
Marks’ ve Engels, ulusal sınırlara kapitalizmin daha da gelişmesi ile ortadan kalkacak bir olgu olarak bakma eğilimi içindeydiler Ulusal devletlerin oluşmasını, kapitalizmin ekonomik egemenliğini sağlamak için bir önkoşul olan iç pazarı yaratmanın temeli olarak gördüler. Ancak, Komünist Manifesto’da
“Burjuvazinin gelişmesi, serbest ticaret, dünya pazarı ve üretim tarzın ve bunlara denk düşen yaşam koşullarının tekleşmesi ile, ulusal farklılıklar ve halklar arasındaki antagonizmalar günden güne yok oluyor.” şeklinde de bir yorum da yapılıyordu.
Marks’da ,sistematize edilmiş bir Ulus teorisini bulmak çok da kolay olmağını görüyoruz. Buna rağmen Kapitalizmin gelişme koşullarına paralel, bir eğilim olarak buna benzer evrimci düşüncelere de rastlamak mümkün. Bu evrimci yaklaşımdan hareketle, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişme sürecinde ayrı ulusal devletleri yavaş yavaş yok edeceği şeklinde bir teoriye dönüştürme işi 2. Enternasyonal (1889-1914) döneminde Karl Kautski’ye düştü. 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, K. Kautski kapitalist gelişmenin bir dahaki aşaması olarak ‘ultra emperyalizm’ kavramını geliştirdi. Bu aşamada sanayileşmiş ülkeler uluslararası bir tröst oluşturacak ve böylece kapitalist bir dünya devletinin temelini oluşturup farklı ulusal devletler arasındaki çelişkileri gereksiz kılacaktı. Oysa gelişmeler tam tersi olarak kapitalizmin dünya çapında gelişmesiyle ulusal bölünmeleri keskinleştirdi. 19. yüzyılın sonlarında kapitalist bir dünya ekonomisinin yaratılması, birkaç gelişmiş kapitalist devletin dünyanın geri kalanı üzerindeki hakimiyetiyle emperyalizm şeklini aldı.
Emperyalizm, Lenin’in de dediği gibi kapitalizmin en gerici aşamasıydı. Bu gericileşme uluslar arsında ki çelişkileri keskinleştirirken ulusal sorun açısında da bazı sonuçlar yarattı. Bunlar :
1 Gelişmiş kapitalist ülkelerde emperyalizm devlet kapitalizmine doğru bir eğilim (devlet ile büyük sermayenin tek bir ekonomik komplekste bütünleşme eğilimi) içeriyordu. Bu eğilimin sonucu, rakip sermayeler arasındaki çelişkilerin çok zaman farklı ulusal devletler arasında cepheleşmeler biçimini alıyordu. 1900’lardan 1940’lara dek süren döneminde, emperyalist güçler arasında en iyi bölgeleri bölüşmek için sürdürülen ekonomik mücadele iki dünya savaşına yol açtı.
2 Gelişmiş ülkelerde devlet kapitalizmi eğilimine bağlı olarak, işçi hareketi içinde çıkarlarını kendi kapitalist devletleri ile iç içe geçmiş olarak gören reformist bürokrasiler gelişti. Böylelikle, gelişmiş ülkelerde ulusal çıkar ideolojisi işçi sınıfını kuvvetle etkiledi.
3 Emperyalizm tarafından sömürülen ve baskı gören ‘geri kalmış’ üçüncü dünya ülkelerinin uluslararası kapitalist sistemle ilişkiye geçmesi köklü ulusal hareketlerin doğmasına yol açtı; çünkü bu ülkelerin işçi ve köylülerinin emperyalizme karşı başkaldırıları kaçınılmaz olarak ulusçuluk biçimini alıyordu.
Bu üç temel olgu 20. yüzyılda (tekelci devlet kapitalizmi eğilimi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi hareketlerinin ulusal reformizmden etkilenmesi, ulusal bağımsızlık mücadeleleri) ulusçuluğu modern kapitalizmin salgın bir hastalığı haline getirdi.
Bu durum karşısında marksistlerin tavrı ise bir birinden oldukça farklı özellikler gösteriyordu. İkinci Enternasyonal içindeki tartışmalarda ulusal sorun aslen bir Avrupa sorunu olarak ele alınmıştı. Sömürgeler ayrı bir konuydu ve Enternasyonal içinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalizmin zaferinden sonra Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki ‘barbar’ları ‘uygarlık’ düzeyine ulaştırmak için sömürgeler üzerindeki egemenliğin sürdürülmesi gerektiğini savunanlar vardı.
Avusturya Marksistlerinden ve düşünürlerinden Otto Bauer’in Sosyal Demokrasi ve Ulusal Sorun adlı çalışmasında, ulusçuluğu aslen kültürel bir olgu olarak niteliyor ve ulusu şöyle tanımlıyordu: ‘Ortak bir kaderi paylaşan, ortak özellikleri olan insanlar topluluğu’. Bu tanıma göre, Bauer için ulusal sorun, sosyalizmin zaferi yoluyla gerçekten kültürel bir topluluğun nasıl yaratılabileceği, kapitalizmden miras kalan kültürü işçi sınıfının nasıl devralabileceği sorunuydu ve ulusal baskıya karşı siyasal bir mücadeleyi reddediyordu.
Ulusal sorun tartışmaları Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla keskinleşti. Savaşın etkisiyle İkinci Enternasyonal dağıldı ve ulusal sorun konusunda taban tabana karşıt iki kutup oluştu.
Bir yanda Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde Noske, Ebert ve Scheidemann gibi kendi egemen sınıfının ulusçuluğuna açıkça destek veren sosyal ulusçular vardı. Diğer yanda, hem emperyalist savaşa karşı sarsılmaz muhalefeti hem de ulusal bağımsızlık sloganını tarihsel açıdan gerici olarak reddeden Rosa Lüksemburg’u izleyen bir radikal sol oluştu. Bu grup içerisinde Buharin ve Pyatakov gibi Bolşeviklerde vardı.
Lenin kökten farklı bir tutum benimsedi. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme talebini sadece emperyalizme karşı mücadelenin bir parçası olarak destekledi.
Bu tavrın nedeni, emperyalist ülkelerin işçilerini diğer ulusların, ayrılma hakları da dahil olmak üzere, kendi kaderlerini tayin etme haklarını savunur bir konuma kazanmanın onların kafalarındaki şovenist ve sosyal milliyetçi fikirlerin yok edilmesi için temel bir önkoşul olduğu inancıydı.
Ancak, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını desteklemek gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sosyal milliyetçiliğe karşı mücadelenin yöntemlerinden biri değildi sadece. Lenin bu tutumu özellikle sömürge ülkelerdeki yığınları emperyalizme karşı harekete geçirme stratejisinin bir unsuru olarak da görüyordu.
Sovyet Devrimi, Alman ve İngiliz işçiler kendi kapitalistlerini alaşağı etmeden önce, görece geri kalmış ülkelerin işçi sınıflarının iktidarı alabileceklerini göstermiş ve İkinci Enternasyonal teorisyenlerinin evrimci şemalarını boş çıkarmıştı. Lenin için, sömürgelerdeki kitleler artık bir sorun değil, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleye kazanılması gereken bir güçtü. Ulusal sorun, konjonktür olarak artık emperyalizme karşı mücadeleyle iç içe geçmişti: Komintern İkinci Kongresi’ndeki tartışmalarda konuya ‘Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu’ olarak değiniliyordu. Ulusal kurtuluş mücadelesini sınıf mücadelesinden bir sapma olarak gören devrimcilere karşı Lenin;
“Sömürgelerde ve Avrupa’da küçük ulusların başkaldırısı olmaksızın; tüm önyargıları ile küçük burjuvazinin bazı kesimlerinin devrimci patlamaları olmaksızın; politik olarak bilinçsiz proletaryanın ve yarı proleter kitlelerin toprak ağaları, kilise ve monarşinin baskılarına karşı, ulusal baskılara karşı vb mücadelesi olmaksızın bir toplumsal devrim olabileceğini düşünmek toplumsal devrimi reddetmek demektir. Bir ordu bir yerde sıralanıyor ve ‘bizler sosyalizm adına buradayız’ diyor, diğer bir ordu başka yerde ‘biz emperyalizm adına buradayız’ diyor ve bu da toplumsal bir devrim oluyor. ‘Saf’ bir toplumsal devrim bekleyenlerin ömrü, böylesi bir devrim görmeye yetmeyecektir.
Dolayısıyla Lenin, ezen uluslarla ezilen ulusların devrimcilerinin görevlerinin ayırt edilmesi konusunda dikkatliydi. Ezen uluslarda ana düşman ezenlerin ulusçuluğudur ve sosyalistler hem işçi hareketi içinde var olan şovenizme meydan okumak, hem de enternasyonalizmin pratik bir örneğini sunmak için ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını desteklemelidir. Öte yandan, ezilen uluslarda devrimciler bir yandan emperyalizme karşı keskin bir muhalefet yaparken bir yandan da işçi sınıfının uluslararası birliğini açıkça desteklemelidir. Bu destek, hem sınıf mücadelesini ulusal mücadeleye tabi kılmaya çalışan burjuva milliyetçilerine karşı ideolojik ve politik mücadele sürdürmek, hem de, bazı durumlarda, ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını hayata geçirmesine karşı olmayı içerir. Dolayısıyla, Lenin için ulusal hareketleri desteklemek, ezilen uluslardaki işçi mücadelesinin siyasi ve örgütsel bağımsızlığından ödün vermek anlamına gelmiyordu. Komintern’in 1920’deki İkinci Kongresi’nde kabul edilen ‘Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezler’de şöyle deniyordu:
“Geri kalmış ülkelerdeki devrimci kurtuluş hareketlerinin, gerçekte komünist olmadıkları halde komünist bir kisveye bürünme çabalarına karşı kararlı bir mücadele verilmelidir. Komünist Enternasyonal sömürgelerde ve geri kalmış ülkelerde devrimci hareketleri sadece şu amaçla desteklemek görevine sahiptir: geleceğin proleter partilerini (sadece ismen değil, gerçekten komünist olacak partileri) oluşturacak unsurları bir araya getirmek ve bu unsurları kendi ülkelerindeki burjuva demokratik eğilime karşı mücadeledeki özel görevleri konusunda bilinçlendirecek şekilde eğitmek. Komünist Enternasyonal sömürgeler ve geri kalmış ülkelerdeki devrimci hareketlerle geçici işbirliği yapmalı ve hatta ittifak oluşturmalıdır, ama bu hareketlerle birleşmemelidir. Proleter hareketin bağımsızlığı, hareket sadece bir nüve halinde de olsa, koşulsuz olarak muhafaza edilmelidir.”
Lenin Ulusal sorunu siyasal bir sorun olarak ele aldı.
Lenin’in ulusal soruna katkısının iki yönden önemi vardır. 1. Lenin, emperyalizmin varlığı başlangıç noktası olarak alıyor ve kapitalizmin dünya çapındaki egemenliğini hesaba katan bir devrimci strateji geliştirmeye çalışıyordu.
2. Lenin’inki siyasi bir teoriydi. Bu bakımdan, ulusal sorun üzerine diğer görüşlerden kesin bir şekilde farklıydı. Hem Kautsky hem Lüksemburg ulus-devletleri kapitalizmin ekonomik evriminde belli bir aşamanın ürünü olarak görüyorlardı. Kautski bundan reformist bir sonuç çıkardı: Ulusal çelişkiler kapitalizmin daha da gelişmesi ile barışçıl bir şekilde çözülebilirdi.
Lüksemburg ise, aksine, “Sermaye Birikimi” adlı kitabında, kapitalizmin dünya çapında egemenliği bir kez kurulduktan sonra ulusal çelişkilerin sistemin içsel ve yaygın bir unsuru olacağını ve bu çelişkilerin gelecekte kapitalizmin yıkılmasına yol açacağını savunuyordu. Ancak Lüksemburg bundan, emperyalizmin gelişmesi ulusal bağımsızlığın ekonomik temelini ortadan kaldırdığı için ulusal mücadelelerin artık anlamsız hale geldiği sonucunu çıkarıyordu.
Löw’ün deyişiyle “Metodolojik açıdan bakıldığında, Lenin’in, çağdaşlarının çoğundan üstün olduğu asıl nokta, siyaseti hep ön plana alması; her sorunun, her çelişkinin siyasi yönünü kavrayıp vurgulamasıydı.” 2
Ulusal kurtuluş mücadeleleri, bütünüyle olmasa da genel karakteristik özellik olarak, emperyalist sömürgeciliğe karşı, sosyalizm mücadelesine de kaynaklık edebilecek bir perspektife sahip dinamikler üzerinde şekilleniyordu. Aynı zamanda Sovyet devriminin etkilerine de sahiptiler. Bu hareketlerin önderlikleri genelde Marksist geleneğe sahip kişilerden oluşuyordu. Çin, Vietnam, Kamboçya, Küba ve bir dizi G.Amerika ülkeleri buna benzer özelliklere sahip mücadele pratikleriydi.
Sosyalist Devrimler burjuva demokratik devrimlerini gerçekleştirmiş gelişmiş kapitalist ülkelerin proletaryasından beklenirken, devrimler ağılıkla emperyalist sömürgeciliğe karşı gelişmemiş veya az gelişmiş ülkelerde ulusal kurtuluş eksenli mücadele biçimleri ortaya çıkmıştı. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin bir sonucu olarak, ulusal uyanışlar dünya çapında eşzamanlı olarak yaşanmadı. Batı Avrupa’da burjuva demokratik devrimler dönemine eşlik eden ulusal birliklerin kuruluşu, esas olarak, Amerikan iç savaşı sonrası dönemden Alman Birliğinin kuruluşu dönemine kadar ki yaklaşık 100 yıllık tarih kesitinde gerçekleşirken, Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da ve Asya’da ve L.Amerika’da bu süreç 20. yüzyılın gerçekleşiyordu.
20. Yüz yıl Emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş savaşlarının zirveye çıkmış olduğu bir tarihsel döneme tanıklık etti. 20.yy aynı zamanda bütün ulusların tarih sahnesine çıkmış oldukları, kendilerini ifade edebildikleri bir süreç olarak ta gerçekleşti. Ekim devrimi sonrası ortaya çıkan Sovyetler Birliği, Ulusal kurtuluş mücadelelerinin en büyük destekçisi durumundaydı. Emperyalizme karşı gerçekleşen ulusal kurtuluş mücadeleleri, bir ulus devletin inşasında duydukları enternasyonal desteği SSCB’den aldılar. Bu destek karşılıklıydı. Öncelikle Sovyetler Birliği, ulusal kurtuluş mücadelelerini destekliyor, ulus-devlet inşasında onları tanıyor, aynı zamanda bağımsızlığına kavuşmuş bu devletler emperyalist kapitalist sistemde önemli gedikler açarak abluka altındaki Sovyetler Birliğinin yalnızlaştırılmasının önünde birer engele dönüşüyordu.
Güncel anlamı.
Ekim devrimi sonrasında politik bir stratejinin bir parçası olarak ele alınan ulusların kendi kaderleri tayin hakkı, yani her ulusun emperyalizme karşı mücadelesinde ayrı bir devlet kurma hakkının desteklenmesi, günümüzde de geçerliymiş gibi döneminden ve koşullarından bağımsız bir ilke durumuna dönüştürüldü. Irka, dine, dile, tarihe bağlı ulusçuluk düşüncesinin insanlığı birbirinden parçalayarak farklı çitlerle çevrelediğini, kendisi gibi olmayanları ötekileştirerek biat ettirme çabası içinde olan gerici ulusçuluğun desteklenmesi sosyalizmle ne gibi bir ilgisi olabilir ki?. Marks ve Engels, Ulusu öncelikle aşılması gereken bir olgu olarak ele aldılar. Burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinde verili bir durum olarak toprağa bağlı demokratik ulusculuk olarak olumladılar. Demokratik ulusculuk yerel birimlerin, cemaatlerin kendi özgür kararlarıyla birleştiği demokratik cumhuriyet esasına dayalı sadece ve sadece aynı topraklarda yaşıyor olmanın siyasal ismidir. Bu da dil, din, tarih ve etnisiteden söz edilemez. Özgür komünlerin birliği esastır. Bu toplumun doğrudan örgütlenmesiyle de ilgilidir. Bu gün solun sosyalistlerin diline doladığı ve özünde burjuva demokratik hak olarak gördüğü ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ulus devlet yaratma, yani ulusun belli bir dil, ırk, tarih ve soy ile tanımlanmasıyla uzaktan yakından bir ilgisi de yoktur. Ekim devrimi sonrasının konjonktürel durumu, ve esasında sosyalist bir devletin yaşamasında ezilen ulusların emperyalizme karşı mücadelesinde öne çıkarılan bir slogandır. Lenin’in somut durumun somut tahlili yöntemine uygundur. Ve bu gün ki dünya sosyalist mücadelesi açısından hiçbir geçerli yanı bulunmamaktadır.
Ulusçuluğu aşma hedefi taşıyan sosyalizmin, ulus devletlerin oluşumunda ve bu sürecin yeniden üretiminde büyük ve önemli bir payı olduğunu bu gün çok daha net görmekteyiz. SSCB’nin oluşumundan farklı olarak özellikle 2. paylaşım savaşı sonrasında D.Avrupa ülkelerinde kurulan devletlerin hemen hepsi eski tarihsel isimlerine sadık kalarak ırka, dile ve tarihe dayalı ulus devlet olarak varlıklarını sürdüre geldiler. Ortadan kalkmasıyla birlikte de bu ülkeler de yaşayan bir çok halk bir birlerini boğazlar konuma gelmede hiç de diğer ulusların yaptıklarından farkları olmadığı görüldü.
Sosyalistlerin tekrar aydınlama paradigmasına dönüp” insan” kavramını yeniden canlandırmanın yolunu bulup onu geliştirecek bir çıkış aşamasındalar. “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” şiarının güncel dinamikleri vardır. Bu gün insanlığın karşılaştığı sorunları (küresel sermayenin yaratmış olduğu yıkım, bölgesel savaşlar, iklim değişiklikleri, açlık ve buna bağlı kitlesel nüfus hareketleri ) bir birlerinden yalıtılmış ulus devletlerin çözebilmesinin imkanı yoktur. Kaldı ki ulus-devletlerin kapitalist emperyalist sistem açısından tek varlık nedenleri, küresel kapitalizmin yıkımlarına karşı ezilen ve sömürülen halkları belirli sınırlar içinde kontrol etmekten başka bir şey değildir.