31 Mart 2012 Cumartesi

Son liberal öfkeli hala…


Son liberal öfkeli hala…

Veli Küçük’ten başlayıp Türkan Saylan’a uğrayan, oradan da Ahmet Şık’a uzanan Ergenekon davasının Türkiye’yi demokratikleştireceğine inanan son 4 liberalden biri olan Alper Görmüş, Taraf’taki köşesinde medyanın davaya bakışını konu aldı. Sosyalist cenahı temsilen BirGün gazetesini seçen Görmüş, birkaç örnek üzerinden gazetemizin Ergenekon’a dair yaklaşımını eleştirdi.

Ergenekon soruşturması başladıktan sonra BirGün içinde farklı uçların ortaya çıktığından söz açan Görmüş, 30 Haziran 2008 tarihli Editörden ve aynı dönemdeki Doğan Tılıç ve Melih Pekdemir’in yazılarını eleştirirken, Ahmet Tulgar ve Mithat Sancar’ın yazılarından da övgüyle söz etti.

Görmüş özetle; BirGün’ün siviller ve askerler arasındaki mücadelede bağımsız tavır almasının yanlış olduğunu, esas olanın askerlerin sivil hükümeti düşürmesine karşı mücadele olması gerektiği değerlendirmesini yaptı.

AKP sermayesinin gazeteleri ve köşe yazarları entelektüel enerjisini geçmiş devrimci hareketin çizgisini bugün de savunanlara karşı kullanmak için her fırsatı değerlendirdiklerini biliyoruz. Sosyalistler Ergenekon’a karşı çıkmıyor onu küçümsüyor hatta “yiyin birbirinizi” diyerek “ ilgisiz” kaldıklarını dile getiriyorlar. Taraf yazarı Alper Görmüş dün köesinde uzun zaman önce yapılan bu tartışmaya tekrar geri dönerek tartışmayı sürdürmeye çalışıyor. Bu konuda Birgün’ün siyasi duruşunu bilmeyen yoktur. Biz yazmaktan bıktık , ama yinede bir kez daha özetleyelim.
Bu ülkede bir askeri darbe yapmak isteyenler ve bunu desteklemeye hazır belli bir kitle var mı? Yanıt, evet. Bu yönde girişimlerin olduğu da zaten açığa çıktı. Sosyalistler, askeri bir müdahalenin tarafı olabilirler mi? Yanıtı basit: Hayır! Bunun en güzel örneğini 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, hatta 28 Şubat’ta görebilirsiniz. Bu sorunun yanıtını uzağa gitmeden 12 Eylül askeri faşist cuntasına karşı  şehirlerde dağlarda idam sehpalarında işkence hanelerde direnen devrimcilerin mücadelesinde bulabilirsin. Yine yakın bir tarih olan 28 Şubat sürecinde ise “Ne Rehah Yol Ne de Hazırol” diyerek darbelere ve gerici muhafazakar iktidarlara karşı politik duruşumuzda görebilirsiniz. Çünkü Sosyalistler, her şey bir yana, sadece yakın geçmişteki kendi tarihsel deneyimlerinden de biliyorlar ki, Türkiye’de bir askeri darbe, demokrasiden, insan haklarından, özgürlüklerden yana olan tüm kesimlere karşı sindirme/yok etme politikası uygularken, emekçi sınıfların asgari hak ve kazanımlarını da geri götürüyor. Dolayısıyla, sosyalistler açısından bir askeri darbe ihtimaline karşı her şart altında karşı çıkmak dışında bir siyaset ihtimali yoktur.
Nasıl ki, cumhuriyeti koruma iddiasındaki iktidar kliğinin cumhuriyet dediği şey, demokrasiden soyutlanmış, giderek aşınan iktidarlarını korumanın yegâne aracı olmaktan öte birşey ifade etmiyorsa, demokrasi cephesinin merkezine yerleştirilen neoliberal islamcı AKP’nin de demokrasi ile ilişkisinin sadece kendi siyasal anlayışına özgürlüğün ötesinde bir vaat içermediğini artık iyi biliyoruz.
Dünyadaki ve bölgemizdeki gelişmeler karşısında, geçmişteki hareket alanından yoksun olan bu kliğin kendi içinde de ayrışmalar, farklı eğilimler ortaya çıktı. Bazı direnç odakları ‘eski güzel günlerdeki gibi’ süngünün öne çıktığı bir hamlenin planını yaptılarsa da başta ABD olmak üzere uluslararası emperyalist merkezlerden destek alamayacakları anlaşıldı ve kendiliğinden sönümlenip yok oldular.
Kısacası  “İşte derin devlet!” diye önümüze sunulanların giderek bir dezenformasyona dönüştüğüne dikkat çekip gerçekte derin devletin kamufle edildiğine dair iddialarımızı dillendiriyoruz. Basına yansıyan fantastik iddialar ölçüsünde olmasa bile, halen kodeste olanların birçoğunun ciddi komplolar peşinde olduğu, hatta bunlardan bazılarının çok can yaktığı aşikâr. Ama bu süre içinde üzülerek  gördük ki “derin devlete” karşı sürdürüldüğü iddia edilen operasyonların dönüp dolaşıp AKP ve Cemaate karşı tavır alan muhalif unsurlara yöneldi.

 O günlerden bugünlere pek çok şey değişti. Ergenekon davasının hukuki değil, siyasi bir dava olduğu net verilerle ortaya çıktı. Bu siyasi içeriğin AKP eliyle kurulan yeni rejim siyasetinin parçası olduğu herkes tarafından anlaşılır hale geldi.  Sağdan sola tüm siyasi yelpazede ciddi dalgalanmalar ve duruş farklılıkları ortaya çıkaran bu süreç, liberal safları da pek çok yönüyle etkiledi. Derdinin yeni statükonun teorik kılıfını oluşturmak değil, demokratikleşme olduğunu ileri sürenler Alper Görmüş gibi yeminlilerden ayrıştı. KCK, Hopa, Odatv gibi davalar yanında AKP’nin siyasal İslamcı karakterinin, emrindeki polis gücüyle birlikte geniş toplumsal kesimler açısından ciddi bir tehdit oluşturması da buna dahil oldu. Referandumda ‘Yetmez Ama Evet’ diyenlerden, kandırıldık sesleri duyulmaya başlandı. ‘Demokratikleşmiyoruz, tekelci ve otoriter bir devlet kuruluyor’ diyenleri Ergenekonculukla suçlayanlar bile dönüp dolaşıp ‘galiba otoriterleşiyoruz’ noktasına geldi.

Bütün bunlar olurken çizgisinden bir milim sapmayan ve ‘Türkiye’de özgürlük sorunu yok, demokratikleşiyoruz’ hattında muavinlik yapmaya devam eden Alper Görmüş’ü samimi olarak kutlamak gerekiyor. Demokratlık bir yana, Görmüş ve arkadaşları, bunca sarsıcı gelişmenin içinde liberallik tanımlarını da alt üst etti, cıvık ve göreli hale getirdi. Kendisini Siyasal İslamcı iktidarın anti demokratik tarzının yarattığı hukuki-polisiye baskının silikleştirmesine adayan Görmüş, zaman içerisinde kendisini çok iyi korudu.
Görmüş, bütün bu dirayetini sağlarken daha önce ders verdiği bir alanda evrensel gazetecilik tanımlarını da ezip bir kenara attı. Polis istihbaratıyla haber-yorum yapan bir tarza hiçbir söz söylemeden, basılmadan toplatılmış kitaplar hakkında karalama yazıları yazmayı kendisine hak gördü. Türkiye’de yeni iktidar yapısı güçlendikçe başı daha fazla dönen Görmüş, bilinçli olarak araştırmaya değil, namlusunu toplumsal-siyasal muhalefet eleştirisine doğrultarak ‘devlet gazeteciliğine’ terfi ettiğini herkese gösterdi.

Görmüş’e bakarak Türkiye’de gazetecilikle ilgili inşa edilmek istenen biçimi anlayabiliyoruz. Uzun tutukluluk sürelerine, iktidarın her fırsatta basına yönelen tehditlerine, medya-sermaye ilişkisindeki çarpıklığa, yaşam tarzı üzerinden nefret yayan gazete ve televizyonlara, bu gazetelerde çarşaf çarşaf tutuklanacaklar listesi yayınlanmasına tek bir laf etmek yerine bu saçmalıkları her gün inatla haykıran BirGün’e ‘sallamak’ olmuş gazetecilik. E bravo…

İçinde olduğu rehavetin etkisiyle göremiyor olabilir ama hatırlatalım. Gazetecilik, kendi durduğu pozisyona anlam kazandırmak için siyasi iktidarın hedef ajandasındaki kesimlerin listesini hazırlamak değildir. Görmüş’ün elindeki silahın namlusu, Hrant Dink cinayetinden sonra BirGün’e, Odatv davasından sonra Ahmet Şık ve Nedim Şener’e, KCK davasından sonra Kürtlere dönüyorsa ortada bir gazetecilik değil payandalık faaliyeti var demektir.

Ergenekon soruşturması başlangıcında solda yaşanan fikri keşmekeş, bugün yerini daha temiz bir iklime bıraktı. Bu süreçte iktidarın kulağına fısıldadıklarıyla siyaset yapan sözde sol kesimlerin bugün düştükleri kuyu gittikçe daha da derinleşiyor. Görmüş’ün öfkesi, dönüp dolaşıp sola saldırması da, siyasi liberalizmin solu paralize etmesinin önüne set çekilmesinden kaynaklanıyor. Kendilerini solda AKP politikalarına destek verecek bir zemin oluşturmak üzerinden anlamlandırdılar. Deniz bitince, onlara da gerek kalmadı. Kariyer planlamalarının bu gözlemler ışığında başka alanlara kaydırırlarsa bu piyasada daha uzun süreli olabilirler.

Son olarak Alper Görmüş’ün Mithat Sancar’dan  alıntıladığı bir yazıya atfen, Sosyalistlerin Ergenekon sürecine bakışına yönelik  “psikolojik izah”ı ise ibretlik ifadelerle dolu. Ne diyelim. Gerçekten birileri çıkıp bu ülkenin geçmiş karanlık tarihiyle ilgili cüretkar  bir hesaplaşma içine girmiş olsa ve biz Sosyalistler de oyuncağı elinden alınmış çocuklar gibi “çaresizlik” ve “içten içe bir panik içinde” olmayı çok isterdik. Oysa asıl paniği sanırım Alper Görmüş yaşıyor; çünkü artık “derin devletle mücadele eden bir AKP” söylemine,  artık kimse inanmıyor.

18 Aralık 2009 Cuma

Srtatejik Derinlik (2008 sonu yazıldı)

AKP hükümetinin dış politika danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun yeni kabinede Dışişleri Bakanlığı’na getirilmesi ‘Yeni Osmanlıcılık’ kavramını yeniden gündeme taşıdı. Genellikle bu kavram hükümet yetkililerinin ve bizzat Davutoğlu’nun kullandığı bir kavram olmamakla birlikte onların da itiraz etmedikleri bir kavramdır. Ilımlı İslamcılık kavramının yarattığı gerilimleri ‘Yeni Osmanlıcılık’ kavramının da fazlasıyla arttıracağının düşünülüyor olması nedeniyle bu kavram pek kullanılmıyor. Bu kavram daha çok AKP hükümetinin dış politik vizyonuna hayranlık duyan liberal kesimler tarafından önemseniyor ve kullanılıyor.

‘Yeni Osmanlıcılık’ kavramı yeni bir kavram da değil. Özellikle Özal ile başlayan süreçte Türk dış politikasındaki değişikliği ifade etmek için kullanıldı. Bu kavramın merkezinde emperyal bir vizyon ve niyet vardı. 90’lı yılların başında soğuk savaş sonrası dönemin ortaya çıkardığı konjonktürde bu emperyal vizyon ve niyet Özal’ın deyimiyle “Adriyatikten Çin Seddine” kadar olan bölgede bir hegemonya oluşturma hedefini içeriyordu. Bu politikaların o dönemin koşullarında pek başarılı olamadığı görüldü. Fakat Özal’da cisimleşen bu vizyon ve niyet Türkiye egemen kesimleri ve büyük sermaye açısından vazgeçilen bir niyet olmadı.

AKP’nin 2002’de hükümet olmasıyla bu kavram yine tedavüle sokuldu. Özellikle Ahmet Davutoğlu Türkiye sermayesinin de hevesini kışkırtan bu emparyal vizyona çok önemli kavramsal yenilikler ve fikri derinlik kattı. “Merkez ülke”, “çok boyutlu-çok kulvarlı politika”, “kriz odaklı değil vizyon odaklı politika”, “oynak merkezli politika” gibi…Davutoğlu’nun stratejik derinlik kitabı ise bu siyasetin fikri ve kavramsal çerçevesini işliyordu.

“Yeni Osmanlıcılık” Türkiye egemen sınıflarının bir bölgesel güç olma stratejisidir. Başlangıçta Ordunun bu politikaya bir direnci olsa bile, bu direncin ortadan kalktığını bu stratejinin ordu, büyük sermaye ve hükümetinin ortak stratejisi haline geldiğini söylemek mümkündür. Türkiye egemen kesimleri tek kutuplu dünyanın sona ermekte olduğu çok kutuplu dünyanın geliştiği böyle tarihsel bir dönemde emperyalist güçler arasındaki çelişki ve dengelerden de yararlanarak bu stratejinin gerçekleşebileceğine inanıyorlar. İddia edilenin tersine bu strateji ABD’ye rağmen değil bizzat onun onayıyla yürüyen bir strateji olarak yürürlüktedir. Obama’nın Türkiye ziyaretinde ortaya koyduğu “model ortaklık” kavramı bu onayın bir göstergesidir. ABD emperyalizmi özellikle Ortadoğu’yu görece kendi rolünü oynayabilen bir partnerle şekillendirebileceğinin farkında. Tayyip’in Davos çıkışı, Hamas, Hizbullah ve Suriye ilişkileri bu rolün bir gereği. Fakat burada bir rolden söz edilirken bunu ABD emperyalizmi emrediyor, Türkiye yapıyor basitliğinde ele almak doğru değildir. “Model ortaklık” aynı zamanda çelişkili-çatışmalı bir ortaklığı içeriyor. Türkiye egemenleri esas olarak ABD çıpasına bağlı (AB değil) Çin-Rusya-İran ve AB’yi hesap eden çok yönlü bir siyaset izliyor. Ahmet Davutoğlu’nun Obama seçildikten sonra ABD’ye yaptığı ziyarette ifade ettiği üzere “Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir”.

Davutoğlu’nun ‘Yeni Osmanlıcılık’, bölgesel güç olma stratejisinde öne çıkan öğeler tarih ve coğrafyadır. “Stratejik derinlik” tarihi ve coğrafi bir derinliktir. Jeostrateji ve kimlik iç içedir. Davutoğlu bunu “Türkiye’nin kendi tarihi ve coğrafi kimliğine geri dönmesi” olarak ela alır. Bu kimlik yalnızca İslami bir kimlik de değildir. Aynı zamanda Türk kimliğidir de. Bu yüzden coğrafi derinlik yalnızca Osmanlı’nın hükmettiği ümmet coğrafyasını değil aynı zamanda Türk kimliğinin de etkin olduğu coğrafyayı (Orta Asya’yı) içerir. Bu yüzden bu stratejinin özü Türk-İslam sentezidir. Özal Sovyetler Birliği’nin dağıldığı konjonktürde bağımsızlıklarına kavuşan Türki cumhuriyetler üzerinde bir hegemonya geliştirmek için bu sentezin Türklük boyutunu öne çıkartırken; AKP hükümeti özellikle 2001 Eylül’ünde İkiz Kulelerinin vurulması ile başlayan “medeniyetler çatışmasında” petrol ve pazar kavgasının derinleştiği Ortadoğu coğrafyasında emperyalizme bağımlı bir bölgesel güç olma politikasında esas olarak bu sentezin Müslüman-İslam boyutunu öne aldı. Ama bu Müslüman kimlik de Türk milliyetçiliğini içeren Türk Müslümanlığıdır. Ve ümmetin çıkarlarını değil esas olarak Türk milli menfaatlerini Ortadoğu’da korumayı hedefler.

“Yeni Osmanlıcılık” stratejisi Türkiye’nin Ortadoğu’ya tarihsel, politik olarak yeniden dönüşüdür. Çünkü ‘Yeni Osmanlıcı’ ideologlara göre, “Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Türkiye sırtını Ortadoğu’ya dönmüştür” bu strateji ile Türkiye Ortadoğu’ya yüzünü dönmüş oluyor. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yüzünü döndüren gelişmeler bilindiği üzere Birinci Körfez savaşı ile başlayan, İkiz Kulelerin vurulması ile Afganistan işgaline dönüşen ve İkinci Körfez savaşı ile birlikte Saddam’ın yıkılması ile sona eren gelişmelerdir. Bu türden gelişmeler emperyalist çevrelerde “Müslüman toplumların demokrasiyi benimseyip benimsemeyecekleri” sorusunu ortaya koydu. Kuşkusuz burada kullanılan demokrasi kavramı sömürgeci siyasetin geliştirilmesi için kullanılan bir aksesuardı. Esas olan bölgenin petrol bölgesi aynı zamanda derinleştirilebilecek bir pazar olması gerçeğiydi. Demokrasi ile İslamın bir arada yaşayabileceğini göstermek gerekiyordu bunu yapacak olan ülke yeşil kuşak stratejisi ile İslami muhafazakar özelliği daha da arttırılmış ama Batılı değerlere sahip olarak Türkiye ve Türkiye içinde de İslami bir geçmişe sahip olan Tayyip ve AKP’ydi. Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ve buna paralel Ilımlı İslamcılık siyaseti gündeme getirildi. Gül’ün deyimiyle, “İnsanların medeniyetler çatışmasından söz ettikleri bir zamanda Türkiye, medeniyetler arasında doğal bir köprüdür. Bütün yapmaya çalıştığımız sahip olduğumuz pozisyonu İslam ile Batıyı birbirine yakınlaştırmaktır.” Gelinen aşamada G.Fuller’in alkışladığı Ilımlı İslamcı bir ülke doğdu. “Ilımlı İslami bir çizgiyi siyasi düzeye başarılı bir şekilde entegre etmiş ilk Müslüman ülke Türkiye’dir”.

Obama’nın Ankara’ya geldiğinde Ilımlı İslam kavramını neden kullanmadığı açıktır. Çünkü artık Türkiye Ilımlı İslami bir ülkedir, verilen ayar yeterlidir. Ilımlı İslam, kimi laiklerin anladığı gibi şeriatçılığın getirilmesi değildir. Radikal İslamcı ve radikal laik kesimlerin törpülenmesidir. 28 Şubat ve beraberinde AKP-ABD operasyonları hem radikal İslamcıları hem de radikal laikleri ılımlı bir eksene çekmiştir. Şimdi Obama’nın deyimiyle Türkiye “Doğu ile Batı’nın birbirinden ayrıldığı yer değil bir araya geldikleri yerdir”. Bu yeni dönemde AKP için “Yeni Osmanlıcılık” İslam ülkelerinin küresel arenada lideri olmaktır. Çünkü, “küresel sistemin işleyişinde İslam dünyasının katılım payı yok denecek kadar azdır”. Bugün İslam ülkelerinin yüz yıl önceki gibi siyasi bir merkezi yoktur. AKP tarafından şimdi görülen Müslüman dünyaya lider olacak bir ülkenin ancak Batı ve AB nezdinde ağırlığını arttıracağı gerçeğidir. Fakat İran’ın bu konuda rakip bir ülke olduğu ortadadır.

“Yeni Osmanlıcılığın” gereği iç siyasette özellikle piyasacı-muhafazakar politikalar buna paralel milliyetçi politikalar derinleştirilecektir. “Yeni Osmanlıcılığın” dayandığı güç esas olarak “yumuşak güç” (ekonomi, kültür vb. ifade edilmeye çalışılsa da) bu gücün maceracı yayılmacı askeri bir güce doğru evrildiğini görmek gereklidir. O yüzden emperyalizme karşı yürütülecek mücadele aynı zamanda egemenlerin Türkiye’yi sürükleyecekleri bu yayılmacı militarist siyasetlere karşı da mücadele olduğudur.











Son dönemlerde “Yeni osmanlıcılık” kavramını sıkca duyar olduk. AKP’nin her yeni icraatında osmanlıya dönük öykünmelerine şahit olurken, sıradan vatandaşın zihninde bile bu imge ete kemiğe bürünerek başbakanı "Son osmanlı padişahı 1.Recep Tayip Erdoğan" pankartıyla karşılanmasını hep birlikte tanık olduk. Osmanlıcılık kavranımı ilk olarak Türkiyenin dış politikasında bir perspektik olarak ele alınmasını öneren Ahmet Davutoğlu oldu. “Stratejik Derinlik” ve Türkiye'nin Uluslararası Konumu adlı kitabın yazarı Prof.Dr. Ahmet Davutoğlu, soğuk savaş sonrası dünyadaki uluslararası sistemi incelemekte ve bu anlamda Türkiye'nin konumunu yeniden tanımlamaktaydı. Türkiye’nin üzerinde yükseldiği temelleri iyi kavramak gerektiğini ileri süren Davutoğlu ; Türkiye’nin Osmanlı mirasıyla ilişkilerine dikkat çekmekte ve medeniyet havzasının yattığı balkanlar - anadolu - ortadoğu - kuzey afrika - batı asya bölgeleriyle tarihi ve organik bağlarının yüklediği sorumluluklar içerisinde bir gelecek kurgulamaız gerekir diyordu. Yani bir biçimde Osmanlı’nın egemen olduğu bütün topraklarda bıraktığı izleri takip ederek bu topraklarda yeni bir hegemonya kurmanın mümkün olduğunu söylüyor du bize. Bu durumun nsıl mümkün olacağına değinmeden önce kitabın üç ana başlığından bahsedersek:
1. Tarihsel ve kavramsal çerçeve : Siyasi/kültürel miras ve Türkiye'nin üzerine oturduğu tarihsel arkaplanın analizi ve buradan doğan potansiyel güç unsurları.
2. Teorik çerçeve : Kademeli strateji ve havza politikaları: ülke olarak ünsiyet sahibi olduğumuz coğrafi havzalar ve bunlarla temasımızın niteliği ve muhtemellerinin incelenmesi.
3. Uygulama alanları : Stratejik araçlar ve bölgesel politikalar. NATO, AB, İKÖ, D8 vb. uluslararası örgütlere dair yapı analizleri, bu kurumlarda Türkiye'nin yeri ve oynadığı rollerin tespitinin ardından, Türkiye'nin 1.kısımda bahsi olunan mirası ve 2.kısımda belirtilen havzalarla olan aktüel ilişkisine binaen soğuk savaş sonrası dönemde takınması gereken kuşatıcı tavrı inşa eder.

Soğuk savaş koşullarında Emperyalizm Türkiye'ye "mihver" devlet misyonu veriyordu. Türkiye ise bu misyonuna ek olarak doğu ile batı arasında ekonomik, kültürel, siyasi anlamıyla "köprü olma" iddiası yüklüyordu. Yeni dış politika teorisyenine ve çiçeği burnunda Dışişleri Bakanı'na bakarsak bunların artık hiç bir hükmünün kalmadığını söylüyor. Türkiye'nin yeni konumunu belirlerken "biz “istisnai” bir ülkeyiz." kavramıyla yeni bir tanımlama yapıyor. "Her şeyden önce bizim imparatorluk geçmişimiz, etrafımızda bıraktığımız silinmez izler ve tarihsel ve kültürel mirasımız nedeniyle "istisna" bir ülkeyiz" diyor.
Kendisiyle sınırlı düşünmenin zamanının çokdan geçtiğini, bölgedeki sorunlara kayıtsız kalmanın imkansız bir hal aldığını, kendi çıkarlarımızla kapitalist-emperyalist çıkarların pekala örtüşebileceğini ve bu durumu bütün yönleriyle ele almamız gerektiğini söylüyor.
Yeni Osmanlıcılık eğilimleri ulusalcılarla islamcıları da birleştiriyor . Bu çelişkili görülsede bölgede ki yayılma nüfus alanı oluşturma, gibi aç tavuğun rüyasında darı görmesi gibi ulusalcıları da islamcılarıda heyecanlandırıyor.Ulusalcılar ki, Osmanlı gibi ümmetçi bir yapılanmayla uzak-yakın bir ilişiği olmaması gerekirken akıllarına böylesi siyasal tercihlerin gelmesi, konunun önemini artırmaktadır."Türkiye artık kabına sığamıyor", bütün sorunlarını çözmüş bir ülke olarak komşularımıza da barışı ve güveni Osmanlı dönemindeki gibi getirmek istiyor.
"Türkiye jeostratejik mücadeleye ABD'nin yedeğinde ama bu ülkenin Türkiye'ye artan muhtaçlığını görerek ve buradan belirli bir özerklik alanı açarak girelim demek istiyor.Belirli bir eğilim adına konuşarak, egemen güçlerin saflarında bir süredir hüküm süren yönsüzlük duygusunu sona erdirmeyi amaçlıyor; Batıcılık/Avrasyacılık çekişmesinin tek yönlülüklerinin ötesinde emperyal bir vizyon teklif ediyor."

4 Aralık 2009 Cuma

Ulusal Sorun

Bu yazı üç bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölüm, şimdiye kadar ki yapılan tanımlardan farklı olarak ulus tanımı yeniden yapmayı ele almaktadır..İkinci bölüm ise Marksistlerin ulusal sorunu ele alış biçimleri ve bir konjonktür de (ekim devrimi sonrasında emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savalarının sosyalist anavatanın desteğiyle ve emperyalist-kapitalist sisteme karşı) ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde ulusal kurtuluş savaşlarına verilen desteğin nedenleri açıklanıyor. Üçüncü ve son bölüm ise sosyalistlerin Kürt sorununa bakışını ele alınmaktadır. Derginin şimdilik bu sayısında ilk iki bölümü yayınlanmaktadır. Üçüncü bölüm ise bir sonraki sayıda yayınlanacaktır.

Birinci bölüm

Ulus nedir? Uluslaşma süreci insanlığın hangi toplumsal siyasal gelişmesine tekabül etmektedir. Modern ulus devletlerin ortaya çıkışları ve bunun yaratmış olduğu sorunlar nelerdir.

Kavramsal bir çerçeve:

Ulus, insanlık tarihindeki gelişmenin kapitalist evresinde ortaya çıkmış bir toplumsal-tarihsel siyasal örgütlenmedir. Gerek Marksistler gerekse herhangi bir burjuva ideologu Ulusu tanımlarken , “tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliği” olarak tanımladılar. Bu tanım bir çok ulus örneğiyle çelişen özellikler de barındırır Amerika birleşik Devletleri dünyanın ilk ulus devlet olmasına rağmen tarihsiz bir ulustur.Bu tanıma uymaz. Bunun içindir ki kimi ulusu dil, toprak, tarih ve ortak yaşantı ve kader birliğiyle tanımlamaya çalıştı. Yöntem olarak ulusların hangi kriterlere göre oluştuğuna bakılıyor ve bunlardan ortak bir kriter çıkarılmaya çalışılıyordu. İlginçtir bütün uluslar için geçerli bir kriter çıkarılmaya çalışılıyor ancak bütününü açıklayan ortak bir tanımda bileşilemiyordu. Dil kriterinden gidildiğinde İsviçre gibi bir çok dilin konuşulduğu bir örneğe uymuyor veya aynı dili konuşan bir çok ayrı ulusla karşılaşılıyordu. Hemen hemen her ülkenin kendine özgü bir ulus biçimi vardı ve bunların hepsini kapsayacak ortak bir tanım bulunmamaktaydı. Bütün bunların dışında en ilginci bütün dünyaya dağılmış olan Yahudiler bir biçimde bir araya getiriliyor ve bir ulus devlet inşa ediliyordu.
Peki ulus neydi? Sınıfsal kategoriden farkı neydi? Örneğin; emeğinden başka satacak bir şeyi yoksa ve onu satarak yaşıyorsa işçi; veya, işçi çalıştırıyor ve onun emeğinden artı-değer elde ediyorsa kapitalist olarak tanımlanır. Yani bir işçinin veya bir kapitalistin kendi düşüncesinden bağımsız kategoridir bunlar. Uluslar ise, insanların kendilerini bir ulustan kabul etmeleriyle oluşur. Tıpkı din gibi. Nasıl ki bir dine sahip biri o dini değiştirdiğini söylediği zaman o dine ait değilse bir ulusa ait olmadığını söyleyen ve bunu kabul etmeyen de o ulustan sayılamıyordu. Yani bir sınıfsal kategoride olduğu gibi bilinçten bağımsız nesnel bir olgu değil, doğrudan bilinçle ortaya çıkan bir olgudur ulus. Bu biçimde ele alırsak Ulusal sorun tartışmalarına oldukça yeni bir boyut getirdiği bir gerçektir. Ve belki de yüz yılardır Marksistlerin en zayıf karnı olan ve 70 yıllık sosyalizm deneyimlerinde bile aşılamamış, adeta ulusçuluğu yeniden üretmiş pratiklerini de yeni bir gözle eleştirme olanağı sunacağı kanısındayım.

Ulus Nedir?

Benedik Andersen “Hayali Cemaatler” olarak tanımlar ulusu.1 “O halde antropolojik bir ruhla ulus hakkında şu tanımı öneriyorum: Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur-kendisine aynı zamanda egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir.” Yine Gellner,2 “milliyetçilik ulusların kendi öz bilinçlerine uyanma süreci değildir, ulusların var olmadığı yerde onları icat eder.” Kuşkusuz bu “ulus” olarak hayal edilme süreci belirli bir temele dayanır. Belirli kan bağları, akrabalık ve korunma edimleri böylesi bir hayalin yaratılmasının temel olgularıdır.
Ulus , “hayali” olarak bir sınırlılığa dayanır. “Ulus sınırlı olarak hayal edilir, çünkü bir milyar insanı bile kapsayan en büyüğünün bile, ötesinde başka uluslara mensup insanların yaşadığı, esnek de olsa sonlu sınırları vardır. Hiçbir ulus kendisini, insanlığın tümü ile örtüşüyor olarak hayal etmez ve edemez…..Ulus, egemen olarak hayal edilir. Çünkü bu kavram , Aydınlanma ve Devrim’in , ilahi olarak buyrulmuş, hiyerarşik hanedanlık mülklerinin meşruiyetini aşındırmakta olduğu bir çağda doğmuştur.”
Bütün dinlerde bir “hayale” dayanır ve kendi hayalini bütün insanlığı kapsayacak şekilde ele alır. Uluslar ise kendini sınırlar ve bu sınırlar içerisinde bir egemenlik halesi yaratmayı hedefler. Ulus var edilen bir kavramdır, tıpkı din gibi. Nasıl ki dinler (özellikle tek tanrılı dinler) belirli peygamberler tarafından “hayal” edilerek kurulmuşsa, uluslarda ulusçular tarafından “hayal” edilerek kurulmuşlardır. Ulusçuluk, kuşkusuz bir siyasal örgütlenmedir. Sınırlanmış bir toprak parçasıyla, dille, etnisite bazen de bir tarihe dayandırılarak siyasal bir yapı kazandırılmasıdır. Yine E.Gellner’in dediği gibi, “ulusçuluk temelde siyasal birim ile ulusal birimin çakışmasını öngören temel ilkedir.” Kapitalizm öncesi toplumlarda, örneğin Osmanlı imparatorluğunda Türklük, ne anlam ifade ederdi. Etnik kimlikler üzerine inşa edilmiş bir devlet örgütlenmesine nerede rastlanırdı. Köleci ve Feodal toplumların siyasalı din temeline dayanırdı. Devletin varoluşunu, bir imparatoru, bir hanedanı var eden de dinsel misyonuydu.
Gellner’deki “siyasal birim” ile “ulusal birim” tanımı, Politik birim devlete ait olan yani devletin neyle tanımlandığını ifade ediyor. Ulusal olan ise, insan doğasına ait, olan diline, toprağına vb kültürel varoluşunu ifade ediyor. Baskı aracını yani devleti ulus esasına göre tanımlamak ulusçuluk oluyor. Ulusçuluk-milliyetçilik her ulusun bir devlet kurma hakkını da teslim etmiş oluyor.
Kapitalizm öncesi devletleri (köleci ve feodal) şekillendiren dindi. Bu din (Hıristiyan, Müslüman, Budist) üst yapıya ait ne varsa hepsini içeriyordu. Örneğin çok daha komplike bir din olan Müslümanlık hem hukuk, hem bir ideoloji hem de bütün yaşamı düzenleyen kuralları içeriyordu. Devlet dinin ta kendisiydi. Aynı durum Hıristiyanlık içinde geçerlidir. Ancak, gelişen dünya pazarı bütün bu sınırlamaları aşan bütün insanlığı bir değerler bütünü altına toplayan bir düşüncel-fikri zemini de yaratmaktaydı. Özellikle Avrupa’da yaşanan ortaçağ karanlığı yani Din, ticaretin, dolayısıyla pazarların çoğalmasının önünde ki en büyük engel konumundaydı. Aydınlanma düşüncesi bu nesnel koşullarda ortaya çıkıyordu. Aydınlanma döneminin filozoflarından olan Descartes, dinin politik alandan uzaklaştırılması yani özel alana, politik alanın ise insan ve insanlıkla tanımlanmasını öngören kozmopolit hümanizmi savunuyordu. Yani politik olan ne ulusla ne de dinle tanımlanıyordu, politik olan “insanlıktı” yani hümanizmdi. Hümanizm, bütün dinleri özel inanç olarak tarif edip politik alandan uzaklaştırmış, bütün insanlığı birleştirecek yeni ve devrimci bir politik alan tarif ediyordu. İnsan hakları bildirisi bu politik olanı tanımlıyordu. “Vatanım yer yüzü milletim insanlık” formülü bu devrimci dönemin ifadesiydi.

Uluslar Çağı
Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, kapitalist gelişmenin erken oluşuna (İngiltere, Hollanda, Fransa) ya da gecikmişliğine (Almanya) bağlı olarak, burjuva ulusal demokratik dönüşümlerin hızı, kapsamı ve biçimi önemli farklılıklar içerdi. Fakat ulusçuluk, burjuvazinin kendi pazarı üzerinde egemenliğini ve siyasal birliğini kurma mücadelesinde biçimlenen burjuva ideolojisi olarak tarih sahnesinde yerini almaktaydı.
Fransız devrimiyle iktidara gelen hümanizm, başlangıçta vatanım yer yüzü milletim insanlık ve“insan” “insan hakları” şiarıyla anılırken hızla gericileşerek insanlık Fransız ulusuyla özdeşleşti. Politik olan ulusla, Fransız ulusuyla tanımlanan biçime dönüştü. Önce Termidor, sonra Napolyon’un imparatorluğu ile bu süreç doruğa ulaşırken, Napolyon’un Avrupa’yı işgaliyle Hümanizm düşüncesi de yok olup gitti. Kapitalizm, türdeş insan topluluklarını, özellikle aynı dili kullanan insan topluluklarını bir araya getirerek kendine özgü bir iç pazar oluşturmuş ve bu sürece paralel bir siyasal yönetim aygıtıyla “ulus-devlet” sürecini başlatmıştı. Bu devlet aygıtı, ulusal-devlet olarak, örgütlenmek ve kapitalistin iç pazarını güvenceye alacağı bir biçime sahip olmak zorundaydı.
Burada sorulması gereken en temel sorulardan birisi; aydınlanma düşüncesi imparatorlukların din temelinde parçaladıkları dünya pazarına karşı “vatanım yeryüzü milletim insanlık” şiarıyla tek bir dünya sistemi öngörürlerken, neden bu itki temelinde gerçekleşen Fransız Devrimi, kendini bir toprak parçasıyla sınırlayarak “ulus” biçimli devlet oluşumuna yöneldi.? Bu oldukça temel bir sorudur.
Sermayenin önünde hiçbir sınır olmadan serbestçe dolaşabileceği bir olanak varken neden kendisine sırırlar oluşturmak ihtiyacı hissetti? Bu sorunun üç temel nedeni vardır.
1 Kapitalizm insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini varsaydı ama daha fazla kar için sömürgeler oluşturmadan geri durmadı, kapitalist-öncesi ilişkilere savaş açtı ama bir çok yerde onlarla işbirliği yapmadan imtina etmedi. Aydınlanmanın özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideali ile burjuvazi, Feodalizme karşı bütün ezilenleri kendi safında birleştirdi ama bir adım sonrasında da dünyanın bütün ezilenlerini de karşısında birleşeceğini düşündü. Ulus, böl ve yönet yönteminin biricik aracı durumuna dönüştü.
2 Bütün bunların yanında sanayi devrimi de ulusçuluğu besleyen en önemli etkenlerden biridir. Sana üretimi çok geniş bir pazarı gerektirir. Bu üretimi yapacak, fabrikalarda çalışacak işçilerin standart bir eğitim ve bunu gerçekleştirecek dil gerektirir.Modern sanayiinin iş gücü eğitimi, standart belirli bir dile dayanan ulus ile tanımlanması eğilimini ortaya çıkardı.
3 Kapitalizm feodalizme karşı girişmiş olduğu savaşta onun bir çok gerici ve ilkel yanlarıyla eklemlendi. Sonuç ta bir dünya sistemi olma yolunda ilerleyen sermaye yine bu sistemi hiçbir sınıra gerek duymadan geliştirmek yerinde kendine sınırlar inşa etmek tercihine yöneldi. Bunu yaparken de insanın özeline dair bütün doğal edimlerini (toprak, dil, etnisite, kan vb. ) politik iktidarının aracına dönüştürdü. Ulus-devletleri inşa etti, belirli sınırlar oluşturdu ve buna “milli pazarlar” adını verdi. Bunu korumak her yurttaşın en temel görevi olarak ilan etti.


İnsanlık ideali üzerinde şekillenme “eğilimi” içinde olan kapitalizmin “ulus-devlet” örgütlenmesi ile nasıl gerici bir hal aldığını kısaca özetledikten sonra bu gerici biçimin içinde de farklı biçimler barındırmaktadır. Ulusu sadede bir toprak parçasıyla tanımlayan (örneğin Amerika Birleşik Devletleri), görece ilerici biçimdir. Ulusu dil, din, ırk, tarih vb. ile tanımlayanlar (Alman, Türkiye vb.) en gerici biçimlerdir.

İkinci Bölüm

MARKSİZM ve ULUS

Marks Ulusu aydınlanmanın kavramlarıyla ele aldı. Fransız Devrimi ve onun yarattığı “toprağa bağlı demokratik cumhuriyet,” insanlığın yerine ulusu, yani politik olanı ulusla tanımlayarak fiilen bir ulus devlet yaratmıştı. Aydınlanma düşüncesinde “vatanım yer yüzü milletim insanlık” şiarı, yani bir dünya cumhuriyeti ideali, Demokratik cumhuriyette örgütlenmiş bir ulus ile yer değiştiriyordu. Kapitalist önceci devletlerin üst yapısı olan Din özele itilmiş, bir inanç olarak tarif edilmiş, bir başka özel olan dil, toprak, etnisite politik olmuştu. Bu gün bile tartışmasını sürdürdüğümüz laik anlayışı, uhrevi düşünceye karşı akli düşüncenin egemenliği denilen bir tarihsel durum ortaya çıkmıştı. Fransız devrimi Sonuçta feodal sisteme karşı bir devrimdi. Ve toprağa dayalı bir ulus yarattı. Tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi. Bu iki örnek belirli bir toprak parçasında yaşayan “komünlerin” birliği üzerine şekillenmişti ve bunun için Demokratik bir Cumhuriyet tanımını hak ediyorlardı. Ancak dile etnisite ye, kana göre tanımlanmış uluslara göre, görece ileri bir özelliği vardı.
Mark- Engels, “Ulusu”, bir veri olarak kabul ediyor, hatta demokratik cumhuriyetler fikrini Burjuva Demokratik Devrim bağlamı içinde ele alıyor destekliyorlardı. Amerikan iç savaşında ulusun ırka göre şekillenmesini isteyen Güneye karşı, toprağa göre birleşik devletler yaratılması düşüncesindeki Kuzeyi desteklemişti. 19.Yüzyıl gericiliğin kalesi olarak kabul edilen Prusya ve Çarlık Rusya’sına karşı Polonya’yı, İngiliz sömürgeciliğine karşı da İrlanda’yı desteklemişti. Marx ve Engels, henüz burjuva demokratik mücadelelerin yaşanmakta olduğu bir tarih kesitinde, burjuvazinin feodal gericiliğe karşı taşıdığı ilerici yön ile, proletaryaya karşı taşıdığı gerici yön arasındaki çelişkiyi ortaya koyuyorlar ve bu koşullarda, proleter mücadelenin karakterini belirlemek açısından ortaya koydukları “sürekli devrim” anlayışı, bir tarihsel perspektifin ifadesi olarak anlamını buluyordu.
Ancak manifestoda da söylendiği gibi “proletaryanın vatanı yoktur” diyerek de ulusları aşan bir perspektife işaret ediyordu. Enternasyonal düşüncesi de ayrı ayrı ulusların işçilerinin birliği olarak ele alınan bir düşünceydi. Ancak ne gariptir ki 2.enternasyonal birinci dünya savaşı arifesinde, ulusçuluğun kurbanı olmaktan kurtulamamıştı.
Marks’ ve Engels, ulusal sınırlara kapitalizmin daha da gelişmesi ile ortadan kalkacak bir olgu olarak bakma eğilimi içindeydiler Ulusal devletlerin oluşmasını, kapitalizmin ekonomik egemenliğini sağlamak için bir önkoşul olan iç pazarı yaratmanın temeli olarak gördüler. Ancak, Komünist Manifesto’da
“Burjuvazinin gelişmesi, serbest ticaret, dünya pazarı ve üretim tarzın ve bunlara denk düşen yaşam koşullarının tekleşmesi ile, ulusal farklılıklar ve halklar arasındaki antagonizmalar günden güne yok oluyor.” şeklinde de bir yorum da yapılıyordu.
Marks’da ,sistematize edilmiş bir Ulus teorisini bulmak çok da kolay olmağını görüyoruz. Buna rağmen Kapitalizmin gelişme koşullarına paralel, bir eğilim olarak buna benzer evrimci düşüncelere de rastlamak mümkün. Bu evrimci yaklaşımdan hareketle, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişme sürecinde ayrı ulusal devletleri yavaş yavaş yok edeceği şeklinde bir teoriye dönüştürme işi 2. Enternasyonal (1889-1914) döneminde Karl Kautski’ye düştü. 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, K. Kautski kapitalist gelişmenin bir dahaki aşaması olarak ‘ultra emperyalizm’ kavramını geliştirdi. Bu aşamada sanayileşmiş ülkeler uluslararası bir tröst oluşturacak ve böylece kapitalist bir dünya devletinin temelini oluşturup farklı ulusal devletler arasındaki çelişkileri gereksiz kılacaktı. Oysa gelişmeler tam tersi olarak kapitalizmin dünya çapında gelişmesiyle ulusal bölünmeleri keskinleştirdi. 19. yüzyılın sonlarında kapitalist bir dünya ekonomisinin yaratılması, birkaç gelişmiş kapitalist devletin dünyanın geri kalanı üzerindeki hakimiyetiyle emperyalizm şeklini aldı.
Emperyalizm, Lenin’in de dediği gibi kapitalizmin en gerici aşamasıydı. Bu gericileşme uluslar arsında ki çelişkileri keskinleştirirken ulusal sorun açısında da bazı sonuçlar yarattı. Bunlar :
1 Gelişmiş kapitalist ülkelerde emperyalizm devlet kapitalizmine doğru bir eğilim (devlet ile büyük sermayenin tek bir ekonomik komplekste bütünleşme eğilimi) içeriyordu. Bu eğilimin sonucu, rakip sermayeler arasındaki çelişkilerin çok zaman farklı ulusal devletler arasında cepheleşmeler biçimini alıyordu. 1900’lardan 1940’lara dek süren döneminde, emperyalist güçler arasında en iyi bölgeleri bölüşmek için sürdürülen ekonomik mücadele iki dünya savaşına yol açtı.
2 Gelişmiş ülkelerde devlet kapitalizmi eğilimine bağlı olarak, işçi hareketi içinde çıkarlarını kendi kapitalist devletleri ile iç içe geçmiş olarak gören reformist bürokrasiler gelişti. Böylelikle, gelişmiş ülkelerde ulusal çıkar ideolojisi işçi sınıfını kuvvetle etkiledi.
3 Emperyalizm tarafından sömürülen ve baskı gören ‘geri kalmış’ üçüncü dünya ülkelerinin uluslararası kapitalist sistemle ilişkiye geçmesi köklü ulusal hareketlerin doğmasına yol açtı; çünkü bu ülkelerin işçi ve köylülerinin emperyalizme karşı başkaldırıları kaçınılmaz olarak ulusçuluk biçimini alıyordu.
Bu üç temel olgu 20. yüzyılda (tekelci devlet kapitalizmi eğilimi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi hareketlerinin ulusal reformizmden etkilenmesi, ulusal bağımsızlık mücadeleleri) ulusçuluğu modern kapitalizmin salgın bir hastalığı haline getirdi.
Bu durum karşısında marksistlerin tavrı ise bir birinden oldukça farklı özellikler gösteriyordu. İkinci Enternasyonal içindeki tartışmalarda ulusal sorun aslen bir Avrupa sorunu olarak ele alınmıştı. Sömürgeler ayrı bir konuydu ve Enternasyonal içinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalizmin zaferinden sonra Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki ‘barbar’ları ‘uygarlık’ düzeyine ulaştırmak için sömürgeler üzerindeki egemenliğin sürdürülmesi gerektiğini savunanlar vardı.
Avusturya Marksistlerinden ve düşünürlerinden Otto Bauer’in Sosyal Demokrasi ve Ulusal Sorun adlı çalışmasında, ulusçuluğu aslen kültürel bir olgu olarak niteliyor ve ulusu şöyle tanımlıyordu: ‘Ortak bir kaderi paylaşan, ortak özellikleri olan insanlar topluluğu’. Bu tanıma göre, Bauer için ulusal sorun, sosyalizmin zaferi yoluyla gerçekten kültürel bir topluluğun nasıl yaratılabileceği, kapitalizmden miras kalan kültürü işçi sınıfının nasıl devralabileceği sorunuydu ve ulusal baskıya karşı siyasal bir mücadeleyi reddediyordu.
Ulusal sorun tartışmaları Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla keskinleşti. Savaşın etkisiyle İkinci Enternasyonal dağıldı ve ulusal sorun konusunda taban tabana karşıt iki kutup oluştu.
Bir yanda Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde Noske, Ebert ve Scheidemann gibi kendi egemen sınıfının ulusçuluğuna açıkça destek veren sosyal ulusçular vardı. Diğer yanda, hem emperyalist savaşa karşı sarsılmaz muhalefeti hem de ulusal bağımsızlık sloganını tarihsel açıdan gerici olarak reddeden Rosa Lüksemburg’u izleyen bir radikal sol oluştu. Bu grup içerisinde Buharin ve Pyatakov gibi Bolşeviklerde vardı.
Lenin kökten farklı bir tutum benimsedi. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme talebini sadece emperyalizme karşı mücadelenin bir parçası olarak destekledi.
Bu tavrın nedeni, emperyalist ülkelerin işçilerini diğer ulusların, ayrılma hakları da dahil olmak üzere, kendi kaderlerini tayin etme haklarını savunur bir konuma kazanmanın onların kafalarındaki şovenist ve sosyal milliyetçi fikirlerin yok edilmesi için temel bir önkoşul olduğu inancıydı.
Ancak, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını desteklemek gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sosyal milliyetçiliğe karşı mücadelenin yöntemlerinden biri değildi sadece. Lenin bu tutumu özellikle sömürge ülkelerdeki yığınları emperyalizme karşı harekete geçirme stratejisinin bir unsuru olarak da görüyordu.
Sovyet Devrimi, Alman ve İngiliz işçiler kendi kapitalistlerini alaşağı etmeden önce, görece geri kalmış ülkelerin işçi sınıflarının iktidarı alabileceklerini göstermiş ve İkinci Enternasyonal teorisyenlerinin evrimci şemalarını boş çıkarmıştı. Lenin için, sömürgelerdeki kitleler artık bir sorun değil, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleye kazanılması gereken bir güçtü. Ulusal sorun, konjonktür olarak artık emperyalizme karşı mücadeleyle iç içe geçmişti: Komintern İkinci Kongresi’ndeki tartışmalarda konuya ‘Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu’ olarak değiniliyordu. Ulusal kurtuluş mücadelesini sınıf mücadelesinden bir sapma olarak gören devrimcilere karşı Lenin;
“Sömürgelerde ve Avrupa’da küçük ulusların başkaldırısı olmaksızın; tüm önyargıları ile küçük burjuvazinin bazı kesimlerinin devrimci patlamaları olmaksızın; politik olarak bilinçsiz proletaryanın ve yarı proleter kitlelerin toprak ağaları, kilise ve monarşinin baskılarına karşı, ulusal baskılara karşı vb mücadelesi olmaksızın bir toplumsal devrim olabileceğini düşünmek toplumsal devrimi reddetmek demektir. Bir ordu bir yerde sıralanıyor ve ‘bizler sosyalizm adına buradayız’ diyor, diğer bir ordu başka yerde ‘biz emperyalizm adına buradayız’ diyor ve bu da toplumsal bir devrim oluyor. ‘Saf’ bir toplumsal devrim bekleyenlerin ömrü, böylesi bir devrim görmeye yetmeyecektir.
Dolayısıyla Lenin, ezen uluslarla ezilen ulusların devrimcilerinin görevlerinin ayırt edilmesi konusunda dikkatliydi. Ezen uluslarda ana düşman ezenlerin ulusçuluğudur ve sosyalistler hem işçi hareketi içinde var olan şovenizme meydan okumak, hem de enternasyonalizmin pratik bir örneğini sunmak için ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını desteklemelidir. Öte yandan, ezilen uluslarda devrimciler bir yandan emperyalizme karşı keskin bir muhalefet yaparken bir yandan da işçi sınıfının uluslararası birliğini açıkça desteklemelidir. Bu destek, hem sınıf mücadelesini ulusal mücadeleye tabi kılmaya çalışan burjuva milliyetçilerine karşı ideolojik ve politik mücadele sürdürmek, hem de, bazı durumlarda, ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını hayata geçirmesine karşı olmayı içerir. Dolayısıyla, Lenin için ulusal hareketleri desteklemek, ezilen uluslardaki işçi mücadelesinin siyasi ve örgütsel bağımsızlığından ödün vermek anlamına gelmiyordu. Komintern’in 1920’deki İkinci Kongresi’nde kabul edilen ‘Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezler’de şöyle deniyordu:
“Geri kalmış ülkelerdeki devrimci kurtuluş hareketlerinin, gerçekte komünist olmadıkları halde komünist bir kisveye bürünme çabalarına karşı kararlı bir mücadele verilmelidir. Komünist Enternasyonal sömürgelerde ve geri kalmış ülkelerde devrimci hareketleri sadece şu amaçla desteklemek görevine sahiptir: geleceğin proleter partilerini (sadece ismen değil, gerçekten komünist olacak partileri) oluşturacak unsurları bir araya getirmek ve bu unsurları kendi ülkelerindeki burjuva demokratik eğilime karşı mücadeledeki özel görevleri konusunda bilinçlendirecek şekilde eğitmek. Komünist Enternasyonal sömürgeler ve geri kalmış ülkelerdeki devrimci hareketlerle geçici işbirliği yapmalı ve hatta ittifak oluşturmalıdır, ama bu hareketlerle birleşmemelidir. Proleter hareketin bağımsızlığı, hareket sadece bir nüve halinde de olsa, koşulsuz olarak muhafaza edilmelidir.”
Lenin Ulusal sorunu siyasal bir sorun olarak ele aldı.
Lenin’in ulusal soruna katkısının iki yönden önemi vardır. 1. Lenin, emperyalizmin varlığı başlangıç noktası olarak alıyor ve kapitalizmin dünya çapındaki egemenliğini hesaba katan bir devrimci strateji geliştirmeye çalışıyordu.
2. Lenin’inki siyasi bir teoriydi. Bu bakımdan, ulusal sorun üzerine diğer görüşlerden kesin bir şekilde farklıydı. Hem Kautsky hem Lüksemburg ulus-devletleri kapitalizmin ekonomik evriminde belli bir aşamanın ürünü olarak görüyorlardı. Kautski bundan reformist bir sonuç çıkardı: Ulusal çelişkiler kapitalizmin daha da gelişmesi ile barışçıl bir şekilde çözülebilirdi.
Lüksemburg ise, aksine, “Sermaye Birikimi” adlı kitabında, kapitalizmin dünya çapında egemenliği bir kez kurulduktan sonra ulusal çelişkilerin sistemin içsel ve yaygın bir unsuru olacağını ve bu çelişkilerin gelecekte kapitalizmin yıkılmasına yol açacağını savunuyordu. Ancak Lüksemburg bundan, emperyalizmin gelişmesi ulusal bağımsızlığın ekonomik temelini ortadan kaldırdığı için ulusal mücadelelerin artık anlamsız hale geldiği sonucunu çıkarıyordu.
Löw’ün deyişiyle “Metodolojik açıdan bakıldığında, Lenin’in, çağdaşlarının çoğundan üstün olduğu asıl nokta, siyaseti hep ön plana alması; her sorunun, her çelişkinin siyasi yönünü kavrayıp vurgulamasıydı.” 2
Ulusal kurtuluş mücadeleleri, bütünüyle olmasa da genel karakteristik özellik olarak, emperyalist sömürgeciliğe karşı, sosyalizm mücadelesine de kaynaklık edebilecek bir perspektife sahip dinamikler üzerinde şekilleniyordu. Aynı zamanda Sovyet devriminin etkilerine de sahiptiler. Bu hareketlerin önderlikleri genelde Marksist geleneğe sahip kişilerden oluşuyordu. Çin, Vietnam, Kamboçya, Küba ve bir dizi G.Amerika ülkeleri buna benzer özelliklere sahip mücadele pratikleriydi.

Sosyalist Devrimler burjuva demokratik devrimlerini gerçekleştirmiş gelişmiş kapitalist ülkelerin proletaryasından beklenirken, devrimler ağılıkla emperyalist sömürgeciliğe karşı gelişmemiş veya az gelişmiş ülkelerde ulusal kurtuluş eksenli mücadele biçimleri ortaya çıkmıştı. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin bir sonucu olarak, ulusal uyanışlar dünya çapında eşzamanlı olarak yaşanmadı. Batı Avrupa’da burjuva demokratik devrimler dönemine eşlik eden ulusal birliklerin kuruluşu, esas olarak, Amerikan iç savaşı sonrası dönemden Alman Birliğinin kuruluşu dönemine kadar ki yaklaşık 100 yıllık tarih kesitinde gerçekleşirken, Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da ve Asya’da ve L.Amerika’da bu süreç 20. yüzyılın gerçekleşiyordu.
20. Yüz yıl Emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş savaşlarının zirveye çıkmış olduğu bir tarihsel döneme tanıklık etti. 20.yy aynı zamanda bütün ulusların tarih sahnesine çıkmış oldukları, kendilerini ifade edebildikleri bir süreç olarak ta gerçekleşti. Ekim devrimi sonrası ortaya çıkan Sovyetler Birliği, Ulusal kurtuluş mücadelelerinin en büyük destekçisi durumundaydı. Emperyalizme karşı gerçekleşen ulusal kurtuluş mücadeleleri, bir ulus devletin inşasında duydukları enternasyonal desteği SSCB’den aldılar. Bu destek karşılıklıydı. Öncelikle Sovyetler Birliği, ulusal kurtuluş mücadelelerini destekliyor, ulus-devlet inşasında onları tanıyor, aynı zamanda bağımsızlığına kavuşmuş bu devletler emperyalist kapitalist sistemde önemli gedikler açarak abluka altındaki Sovyetler Birliğinin yalnızlaştırılmasının önünde birer engele dönüşüyordu.
Güncel anlamı.
Ekim devrimi sonrasında politik bir stratejinin bir parçası olarak ele alınan ulusların kendi kaderleri tayin hakkı, yani her ulusun emperyalizme karşı mücadelesinde ayrı bir devlet kurma hakkının desteklenmesi, günümüzde de geçerliymiş gibi döneminden ve koşullarından bağımsız bir ilke durumuna dönüştürüldü. Irka, dine, dile, tarihe bağlı ulusçuluk düşüncesinin insanlığı birbirinden parçalayarak farklı çitlerle çevrelediğini, kendisi gibi olmayanları ötekileştirerek biat ettirme çabası içinde olan gerici ulusçuluğun desteklenmesi sosyalizmle ne gibi bir ilgisi olabilir ki?. Marks ve Engels, Ulusu öncelikle aşılması gereken bir olgu olarak ele aldılar. Burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinde verili bir durum olarak toprağa bağlı demokratik ulusculuk olarak olumladılar. Demokratik ulusculuk yerel birimlerin, cemaatlerin kendi özgür kararlarıyla birleştiği demokratik cumhuriyet esasına dayalı sadece ve sadece aynı topraklarda yaşıyor olmanın siyasal ismidir. Bu da dil, din, tarih ve etnisiteden söz edilemez. Özgür komünlerin birliği esastır. Bu toplumun doğrudan örgütlenmesiyle de ilgilidir. Bu gün solun sosyalistlerin diline doladığı ve özünde burjuva demokratik hak olarak gördüğü ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ulus devlet yaratma, yani ulusun belli bir dil, ırk, tarih ve soy ile tanımlanmasıyla uzaktan yakından bir ilgisi de yoktur. Ekim devrimi sonrasının konjonktürel durumu, ve esasında sosyalist bir devletin yaşamasında ezilen ulusların emperyalizme karşı mücadelesinde öne çıkarılan bir slogandır. Lenin’in somut durumun somut tahlili yöntemine uygundur. Ve bu gün ki dünya sosyalist mücadelesi açısından hiçbir geçerli yanı bulunmamaktadır.
Ulusçuluğu aşma hedefi taşıyan sosyalizmin, ulus devletlerin oluşumunda ve bu sürecin yeniden üretiminde büyük ve önemli bir payı olduğunu bu gün çok daha net görmekteyiz. SSCB’nin oluşumundan farklı olarak özellikle 2. paylaşım savaşı sonrasında D.Avrupa ülkelerinde kurulan devletlerin hemen hepsi eski tarihsel isimlerine sadık kalarak ırka, dile ve tarihe dayalı ulus devlet olarak varlıklarını sürdüre geldiler. Ortadan kalkmasıyla birlikte de bu ülkeler de yaşayan bir çok halk bir birlerini boğazlar konuma gelmede hiç de diğer ulusların yaptıklarından farkları olmadığı görüldü.
Sosyalistlerin tekrar aydınlama paradigmasına dönüp” insan” kavramını yeniden canlandırmanın yolunu bulup onu geliştirecek bir çıkış aşamasındalar. “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” şiarının güncel dinamikleri vardır. Bu gün insanlığın karşılaştığı sorunları (küresel sermayenin yaratmış olduğu yıkım, bölgesel savaşlar, iklim değişiklikleri, açlık ve buna bağlı kitlesel nüfus hareketleri ) bir birlerinden yalıtılmış ulus devletlerin çözebilmesinin imkanı yoktur. Kaldı ki ulus-devletlerin kapitalist emperyalist sistem açısından tek varlık nedenleri, küresel kapitalizmin yıkımlarına karşı ezilen ve sömürülen halkları belirli sınırlar içinde kontrol etmekten başka bir şey değildir.

Ekim Devrimi'nin Güncelliği


Ekimi Devriminin Güncelliği…
Yıl 1917… Rus proletaryasının Bolşevik Parti önderliğinde gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’nin kayıtlara düştüğü tarih. Rus proletaryası Kapitalist-emperyalist bir sisteme karşı başka bir dünyanın kurulacağına dair ilk somut eylemini gerçekleştiriyor. Tüm dünya proletaryasına ve ezilen halklarına izlenecek yolu gösteriyor. 1871 Paris’inden bu yana, proletaryanın mücadele tarihi boyunca sınıfsız, sömürüsüz bir dünya özlemine ve mücadelesine dair en somut adım atılıyor. “Ekim Devrimi, tüm insanlığı sarsan, yeni bir çağ açan, ezilenlerin ve sömürülenlerin kurtuluş umutlarını görülmemiş ölçüde büyütmekle kalmayan, bunu bizzat açtığı çığır içinde somutlanan, bir gerçeklik haline getiren muazzam önemde ve kapsamda bir tarihsel olay” olarak tarihte yerini alıyor. Ekim Devrim'ini sadece bir tarih olarak da ele almamak; Sosyalizm mücadelesinin bir mirası ve bu günün dünyasına da yanıt verebilecek pratik-politik bir süreç olarak görmek gerekiyor.

Ekim Devrimi bir darbeden ibaretmiş.
Burjuva kültürü, Ekim Devrimi’ne ve onun bütün kurum ve kişilerine karşı bir nefret nesnesiyle baktı. Sovyet Devrimini kelimenin gerçek anlamında bir devrimden ziyade bir "darbe" olarak nitelendirme çabası içine girdi. 1. Emperyalist paylaşım savaşında yenilmiş ve adeta çürümüş olan çarlık rejimi, 1917 Şubat ve kasım ayları arasında kurulan geçici burjuva hükümet (Şubat Devrimi) ile kitlelerin barış ekmek ve toprak taleplerine hiç bir şekilde yanıt verememiş ve adeta çarlığı yeniden üreten bir hükümet pozisyonuna dönüşmüştü. Ekim devrimi tamda bu koşullarda gerçekleşmekteydi. Barış ve toprak talebiyle ortaya çıkan Bolşevikler, kitlelerin hiç bir desteğine sahip olmayan geçici burjuva hükümeti alaşağı etmekten başka yapılabilecek bir şeyleri yoktu. Ekim Devrimin başarısının anahtarı, devrimin saf bir devrim olmayacağı ve burjuva demokratik devrim ile proleter devrim arasındaki diyalektiği kavrayan bir özneye sahip olmasıdır. Lenin, 1917 yılında Rusya’ya döner dönmez, “Tüm iktidar Sovyetlere” çağrısını yaptığında, Bolşeviklerin işçi sınıfı içinde azınlıkta olduğunu ve işçi sınıfının büyük çoğunluğunu kazanmak zorunda olduğunu vurguladı. Bu, tek kelimeyle, Sovyetler içinde çoğunluğu kazanmak anlamına geliyordu. Sovyet, işçi demokrasisinin, yoksulların öz yönetim organlarının en tipik örneğidir. İlk kez 1871 yılında Paris Komünü’nde ortaya çıkan, işçi devletinin, ezilenlerin doğrudan demokrasisinin aracıdır. Her ne kadar devrimin sonraki yıllarında işlevini yitirmiş olsa da başlangıçta böyleydi. Bolşevik Partisinin barış ve toprak şiarı proletaryanın ve ezilen köylülerin büyük desteğini kazanmasına neden olmuştu. Basitçe iktidarın ele geçirilmiş olduğu düşüncesi tam bir safsatadır.

Ekonomik ve sosyal olarak geri bir ülkede iktidarı ele geçirmiş bulunan Rus proletaryasının önünde, ele geçirdiği iktidarı korumak ve sosyalizmin inşası gibi büyük bir sorumluluk durmaktaydı. Devrim, beklendiği gibi ekonomik ve sosyal açıdan ileri kapitalist ülkelerde değil, emperyalist-kapitalist dünya zincirinin en zayıf halklarından birsinde, Rusya’da gerçekleşmişti. Ekim Devrimi’nin hemen ardından devrimin kaderi, ileri kapitalist ülkelerden gelecek bir proleter devrime yani enternasyonal desteğe ve köylülüğünün devrimin tarafına çekilmesine bağlıydı. Köylülüğünün desteği alınmasına rağmen, beklenen devrimler dalgasının gerçekleşmemesi Ekim Devrimi’nin yalnız kalmasına neden oldu. Rus proletaryası Emperyalist-kapitalist dünya sistemi karşısında tek başına kalan, ekonomik ve sosyal açıdan geri bir ülkede, yeni bir devrimci dalga yükselene kadar iktidarı elinde tutma görevi ile karşı karşıya kalmıştı.

Bütün kötülüklerin anası Lenin ve Stalin
Burjuva kültürünün bir başka çabası ise, devrimi gerçekleştiren Bolşevikleri gözü dönmüş kan emiciler veya birer diktatör olarak resmetmeleridir. Neredeyse bir asır boyunca Lenin ve Stalin tarih de görülmemiş bir yalan ve karalama kampanyaların özneleri haline getirildi. Özellikle soğuk savak koşullarında Stalin, Nazi lideri Hitler’le birlikte anılır oldu. İkinci dünya savaşı Sovyetlere çok pahalıya mal olmuştu. Yaklaşık 20 milyon insan savaşta öldürüldü. Binlerce fabrika, okul yıkılmış, Sovyetler Birliği’nin Avrupa kara parçası enkaz haline getirilmişti. Savaştan galip çıkan devrim, Avrupa içlerine kadar genişlemiş ve emperyalist kapitalist sitemi tehdit eder bir konuma ulaşmıştı. Emperyalistler “Soğuk savaş”ı böylesi bir konjonktür de başlatmış, sosyalist sisteme sempatiyi engellemek için inanılmaz tezvirat ve karalama kampanyasını devreye sokmuşlardı. Bu kampanyanın en somut hedefi kuşkusuz Stalin’di. Sovyet modelinin uygulama sürecindeki eksik ve bazen trajik sonuçları bir yana, bu sürecin tek hedefinin tek bir kişi olarak gösterilmesi düşündürücüdür.
Bütün bir sistemi tek bir kişiye indirgeyip onun nezdinde Sosyalizmi karalama modasına sol-liberal çevreler de destek verdiler. Sosyalizme inanmış insanlar bile bu yaratılan hegemonyanın içerisine çekildi. Bu tarz eleştirilerle Lenin, Troçki ve Stalin’e tarih ve toplum üstü bir güç vermekten başka bir anlama gelmez. Eğer dedikleri doğruysa, "Tarihte kitlelerin en büyük ölçüde ve en aktif katıldıkları bu harekette bile bir devrimciler örgütünün veya bu örgütün yöneticilerinin görüş ve davranışları onu yok etmek için nasıl bu kadar etkili olabilmektedir?" sorusu haklı olarak gündeme gelecektir. Her zaman böyle birilerinin çıkması da kaçınılmaz olduğundan, bu akıbetten kurtulmak da mümkün olamayacak demektir. Birçok sol çevre, sadece, reel sosyalizm eleştirisi yaparken “sosyalist demokrasi”nin yokluğundan hareket ederek partiyi, dolayısıyla partinin liderler kadrolarını hedef alıyor olması bu hatalı mantığın ürünüdür. Bu günlerde hep bir ağızdan AKP’ci “demokrat”ların Sovyetler Birliğin’i “anti-demokratik” ve “totalitarizm” olarak ilan etmesinde de “şaşırtıcı” bir şey yoktur!
Tarihi bir muhasebe defterine dönüştürüp doğrular bir tarafa yanlışlar bir tarafa yazarak geçmişin anlaşılamayacağı kanaatindeyiz. Her şeyden önce Ekim Devrimi, kapitalizme karşı ezilenlerin ve sömürülenlerin bir başka dünya hayalinin ete kemiğe bürünmesidir. Hiç bir şekilde küçümsenmeyecek yaklaşık yetmiş yıllık bir mücadele deneyimidir. Bolşevikler nasıl bir sosyalizm inşa edeceklerini düşünürken en büyük esin kaynakları bir kaç ay yaşamış olan Paris Komün’üydü. Lenin Devrimin hemen sonrasında Avrupa proletaryasısın enternasyonal desteğinin gelmeme ihtimalini düşünerek tarihe bir not düşmek kaygısıyla sosyalist bir iktidar örneğinin neler yapması gerektiğine ilişkin hızla bir takım uygulamalar içine girmişti. Oysa tek ülkede sosyalizm tartışmalarını da sonlandıran ve böyle bir tartışmayı da aşan bir yanıyla bu model 73 yıl yaşadı.
Sonuç olarak
Bugün anlaşılmasında çok büyük bir yarar gördüğümüz Sovyet Devrimi, parti ve toplumsal hareket ilişkileri, özyönetim, sınıf dayanışması, özgür ulusların birliği olan Sovyetler Birliği ve çoğulculuk gibi konular hakkında kimi zaman tersten de olsa her sosyalizm projesi için muazzam zenginlikte bir deneyim birikimi olmaya devam ediyor.


Yakın bir geçmişe kadar, "Toplumsal devrimler çağının bittiğini", "büyük anlatıların" hiç bir inandırıcılığının kalmadığını anlatan bütün burjuva düşünürler, bugünlerde Marks’ı anımsar oldular. Tarih yeniden hızlanıyor ve devrimcileşme imkânı bir kez daha güncel hale geliyor. Bu gün, artık Neo-liberal kapitalizm söylemi ve eylemi çöküyor. ABD ve AB ile diğer kapitalist ülkelerde “kriz reçeteleri”nden de sonuç alınamıyor. Kapitalizmin Krizi ekonomik ve siyasal yapıları sorgulatıyor ve kendisinin nihai zaferini ilan ettiği bir aşamada sosyalizm hayaletiyle bir kez daha karşı karşıya geliyor. Kapitalizmin mülksüzü dışlayan, özgürlüğünü elinden alan, onu bir sömürü nesnesi olarak gören niteliği başlangıcında ne idiyse bugün de odur, hiç değişmemiştir. Berlin duvarının yıkılmasıyla zafer kazandığını sanan kapitalizm ve onun burjuva ideologları, bu gün insanlığın hiçbir sorunu çözememiş, daha fazla kar anlayışıyla gezegeni bile yok edebilecek çevre sorunlarına neden olmuş kapitalist sistemin geleceğine ilişkin çaresizliklerini gizleyemez durumdalar. “Ya barbarlık ya sosyalizm” ikilemi içten içe bu zatları da etkilemiş olmalı.